Perşembe, Eylül 11, 2025

Yedi Kıtalı Zindanın Kandilleri

Sevde Nur Abdurrahmanoğlu

Paylaş

Kavramlar vardır ki yeni anlamlara gebedir. Kavramlar vardır ki sıkıştırıldıkları tabulardan çıkarılmalı, ufkun enginliğinde gezmelerine müsaade edilmelidir. Kavramlar ki ilhamın eşsiz insaflarında yüzdürülmeli, kelimelerin yüksek çeperli kalesine teslim edilmeli, anlam dünyasının parlak semasında serbest bırakılmalıdır.

Tıpkı uçsuz bucaksız sandığımız, üzerinde milyarlarca insanın soluk alıp verdiği, mavi göğe, yeşil ormanlara, fersah fersah denizlere ev sahipliği yapan dünya kavramının hakikatte, barındırdığı tüm oksijen miktarına, kilometrelerce uzanan dağın, taşın, toprağın varlığına, yeryüzündeki karanlığa inat gökyüzünde her gün güneşin doğuyor olmasına rağmen yedi kıtalı, yedi kat semalı, devasa bir açık hava zindanı manasını taşıyor olduğu gibi. Tıpkı asırlar boyu alışageldiğimiz tanımlamalara bir ozanın “Şu cihan zindan mıdır dünya mıdır bilmem nedir” sualiyle yeniden dönüp baktığımız gibi.

BİN ÇAĞRIŞIMLI BİR ZİNDAN: DÜNYA

Gelme hikâyemizi unutmamızın verdiği gafletten dünyanın, tavanını alaşımlı betonların değil dalgalı bulutların kapladığı, hücre bölmeleri muhkem taşlardan değilse de heybetli dağlardan, derin okyanuslardan ibaret koca bir zindan olduğunu fark ederek uyandığımız o ilk an gibi… Uçsuz bucaksız ama ruhun sancımasına neden olacak kadar dar, sokak lambalarının altında hatta güneşin kızgın sıcaklığında bile karanlık ve soğuk dünya; diğer bir deyişle debdebeli ve çok katmanlı zindan…

Dünyanın bir zindan oluşu öncesi ve sonrası olan bir imtihanın bugününü yaşıyor olmamızdan ileri gelmektedir. Bu topraklarda var oluşumuz bir hatanın cezası değilse de insanı sınamayı murad edenin affolunmuş bir zelleyi vesile kılmasıyladır. O yüzdendir ki göğünü süsleyen yıldızların, hayat veren tatlı su ve tuzlu suyun tüm güzelliğine rağmen dünya, işin sonunda karanlık bir zindan mesabesindedir.

EZELİ NUR’UN KANDİLLERİ: PEYGAMBERLER

Sınamayı murad eden, kulunu yedi katlı zifiri karanlıkta koymamış, yeryüzüne ayak bastığı ilk günden kıyametin kopacağı saate dek karanlığa, ışıksızlığa dair her ne varsa huzmeleriyle aydınlatacak, sayısını yalnızca Kendisi’nin bildiği kandiller göndermiştir. Her birinin aydınlığı bambaşka ama bir o kadar da birbiriyle uyum ve ahenk içinde olan kandiller… İlk kandilden son kandile kadar farklı parıltılar, aynı fitiller; farklı isimler, farklı olaylar, özün aynı kaldığı risaleler… Hepsinin kendi çağını aydınlattığı, yol gösterdiği, sonuncusunun ise tüm çağları ve dahi çağların ötesini ihya ettiği, dirilttiği, insanlığı adeta inkılaba çağırdığı kandiller…

Dileyeni, takip etmesini bileni karanlıklardan aydınlığa çıkaran bu kandiller yalnızca ışık saçmaya memur olmamışlardır. İnsanın yürüyüşünden ailelerin yaşam tarzına, toplumların gelişiminden devletlerin kurulması, yıkılmasına kadar her nerede su katresi adedince hayata dair bir emare varsa oranın toprağına yağmur olup hayat vermişler, battığında yeniden doğmanın, yaşamın ve ölümün reçetesini gerek kendileri yanarak gerek meçhullere doğru ışık tutarak yaşamak ve yaşatmak suretiyle yazmışlardır.

Peygamberleri salt nübüvvet taşıyıcısı olarak addetmek, ancak şekillerin ötesine geçemeyen sığ bakışlıların inancı olabilir. Yaptığı hangi eylemin tuttuğu oruca zarar vereceğini Peygamberinden öğrenip küçük bir çocuğun gözlerine nasıl bakması gerektiğini, insana, canlıya hatta eşyaya karşı nasıl bir diyalog içinde olacağının keyfiyetini kandillerin Kandil’inden talim etmeyen, ancak namaz kılmayı dinden bilip yoldaki taşı kenara kaldırmayı işten bile görmeyenlerin itikadı olabilir.

Oysa Peygamberler, şu şaşalı zelil dünyanın aydınlık yüzleridir. Güzel insan olmanın anahtarı, darmadağın aileleri derlemenin, sağlam medeniyetler inşa etmenin sırrı onlardadır. Gecelerimizi aydınlattıkça yedi kat karanlığa gömüldüğümüz, yeni yeni okyanusların kıyısında bile suya hasret kaldığımız şu yedi kıtalı koca zindanda onların yaşamlarından sızan her bir huzme hayat ışığı, dillerinden dökülen her bir damla açıkça can suyu hükmündedir.

Aksi takdirde cennette öncesiz sonrasızmışçasına mutlu bir hayatı sürerken dışardan gelen şeytanın içerden karşılık bulmasıyla düşüşü yaşayan, ardından eskisinden çok daha yükseklere, ötelerin ötesine nail olan kandil, zafiyet gösterip yara alan, kültür alerjisine tutulan bir medeniyete, bulmak için yitirmesi gereken ademoğluna bir yol göstermiyor, bir metod öğretmiyorsa ne yapıyordur? İstihzalara kulak asmadan, ilahî bir emrin buyruğunda kuru topraklar üzerinde gemi inşa eden kandil, üstadın tarifiyle her çağda şartlar ne kadar ağır ve umutsuz olursa olsun inananlar için bir Nuh’un gemisinin var olduğunu anlatmıyordur da neyi anlatıyordur?

Bir kandil ki bitmek tükenmek bilmeyen ruhun arayışlarına kimsenin sorgulamadığı bir çağdan güneşi, ayı, yıldızları ruhunda batırarak cevap vermiyor; zulmün cirit attığı dünya çukurunda İbrahim olup adaleti ateşe kalkan etmeyi öğretmiyor; doyumsuz nefsin arzularını kızgın güneşin altında çarmıha gerip sonsuzluğa doğmanın kıvılcımını alevlendirmiyorsa, hangi karanlığın kuytusunu, hangi ışık yoksunluğunun bucağını aydınlatıyordur?

KANDİLLERLE DİRİLİŞ

Kandillerin her bir manevrası körpe adımlarımıza ilham veriyor. Konuştuklarında ayrı, sükût ettiklerinde, harekete geçtiklerinde ayrı, arınmanın ateşinde yandıklarında, İslâm’ın örsünde dövülünce ateşte yanmaz olduklarında apayrı öğretilerin kapılarını aralıyorlar insanlığımıza.

Her güne bir kandilin, dipsiz kuyuları aşıp şehrin en güzel tahtlarına doğuşundan kendi bataklığımıza yön verebilmek için uyanıyoruz; o Kandil ki tahtın taşını zindanların soğuk betonlarına tercih etmediğinde…

Bir kandilin, göklerde yitirdiği cenneti, kalbinde bulduğu bir yaşamın izlerini sürüyoruz her gün; o Kandil ki yeryüzünün dağlarını “Biz kendimize zulmettik.” diyerek arşınladığında, düştüğü yerden dirilmeye başlayınca ölümü seyirci bıraktığında…

Saati geldiğinde, vakit tamam olduğunda, kendi yarınlarımız tükendiğinde kandillerin Kandil’inin gidişi gibi gidebilmek için yaşıyoruz aslında;

“Bakışları son defa aralandığında

Yöneldiğinde bir noktaya

Karar kıldığında bir noktada

Ve dediğinde:

Merhaba ey refik-i ala”

İlginizi Çekebilir

İlginizi Çekebilir