Perşembe, Ekim 2, 2025

Yalnızlık ya da Yaşam Korkusu

Zehra Nur Kılıç
Marmara Üniversitesi-Tıp

Paylaş

Kültürümüzde güzel bir söz vardır: “Yalnızlık Allah’a mahsustur.” İnsanlığı “Dünya Vatandaşlığı” potasında kimliklerinden soyan modern yüzyılda en son ne zaman yalnız hissetmediğimizi sorgulayacak hale geldik. Hepimiz kendi küçük dünyamızda yalnızız. Varlıktan yokluğa pek keskin bir geçiş olmadı bu. Orta Asya bozkırlarındaki çadır-göçebe hayatında var olmak için birlikte olmaya muhtaçken, bugün hayat telaşı dediğimiz menem şey bizi küçük alanlarımızda izole ediyor. İnsanlık eşitliği ararken, hayat sabitini kaybetti. Her yolculuğu her gidişi anlamlı kılan nirengi noktası yalnızlığın potasında eridi.

Adeta kolaylığı alırken yalnızlık yanında hediye geldi. Eskilerin imece usulune gerek kalmadı, her evde bir fırın varken fırıncıya giden tepsileri kaybettik. Telefon ekranında binlerce yüzle göz göze gelebilirken birbirimizin yüzüne bakmaz olduk. Milenyumu, teknolojiyi ve bütün Avrupai vaatleri aldık ama ne karşılığında?

GÖÇ

Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu kabullenmek sandığımızdan daha zor. Müstesna olduğumuza, atalarımızdan farklı, gelmiş geçmiş bütün nesillerden daha iyi olduğumuza inanmaya meyilliyiz. Oysa eğitim, çalışmak, Hac  ve daha nice sebeple göç olgusu bütün asırlarda karşımıza çıkar. İlk üniversite olan Karaviyyin Üniversitesi’nin 857-859 senelerinde kurulmasından itibaren insanlar eğitim için evlerinden, hayatlarını filizlendiği sabitten ayrıldılar. Ancak alıp başlarını gitmek için bir arabaya atlamaları, karınlarını doyurmak için selamsız sabahsız bip sesleri arasında bilmem hangi makine tarafından paketlenmiş gıdaları almaları mümkün değildi. Bizim için saatler süren yolculuklar, onlar için günler, uzun geceler ve acı tatlı pek çok vakıalar demekti. Hayatın içine karışmak eskiden bir seçim değil mecburiyetti. Şimdi ise hayatın sesini kısma lüksümüzü sonuna kadar kullanıyoruz müziğin sesini o kadar açıyoruz ki kendimizi bile duyamıyoruz. Sandığımızın aksine atalarımızdan farkımızı varlığımızla değil yokluğumuzla ortaya koyuyoruz.

YALNIZLIK BAKANLIĞI

Türkiye’de yaşamanın en ayrıcalıklı yanlarından biri, her şehirde asırlar önce üste üste konmuş iki taş görmemizin mümkün olması. İznik’in surları, Çanakkale’nin Athena tapınağı, Konya’nın Alaaddin Camii… Asırlık yapıların tek tek dizilip bir bütün olan taşları nerede kum tanelerinin tekilliğinden mamul beton binalarımız nerede? Bağımsızlığı bağsızlıkla karıştırmanın bedelini toplumsal hayata bağlanamayan bireylere dönüşerek ödüyoruz. Öyle ki İngiltere, Japonya gibi ülkelerin gündemine Yalnızlık Bakanlıkları girer hale gelmiş; biz hala bireysel özgürlük hevesiyle toplum binamızın destek kolonlarını yıkıyoruz. Bağımsızlığımız bireyselliğimiz bize aileyi kaybettirdi sonra arkadaşlıklara tahammülümüz kalmadı, en son kendi kendine tahammül edemeyen yaşamaya korkan kabuklara döndük.

PANDEMİ

Kocaman bir balondan ibaret egolarımız. Büyüklük sanırsı içinde küçük olduğumuzu unutuyoruz. Saç telimizin trilyonda biri boyutunda virüs namlı bir mahluk nasıl da elimizi kolumuzu bağlamıştı? Burnumuzun ucunun güneşi göremez olduğu zamanları unuttuk çoktan. Kendimizi de unuttuk. İnsanların birlikte karantinaya girecekleri bir Allah’ın kulu aradığı zamanlar geçirdik. Bir arada olmak tehlikeli iken bile birlikte hayatta kaldık. İşin acı yanı pek çoğumuz o bir yılda kendimizi kaybettik. İnsan en ziyade kendisine tahammül edemediği noktada, kendi ruhuyla bile hasbihal edemediğinde yalnızdır. Gözlerimizin yapıştığı siyah ekranlarda zamanı boğmaktan beter bir yalnızlık şu fani dünyada yoktur. Kendiyle var olamayan toplum olarak nasıl var olabilir? Elbette bütün bir ülkeyi, bir düşünceyi yok etmek imkansıza yakındır. Kolay olan siyah aynaya yansıyan yalnız imparatorlukları feth etmek, yok etmektir.

ŞİFA

İnsanı yaşat ki devlet yaşasın, demiş Şeyh Edebali. Yalnızlığa çözüm bulmak bu yüzden bazı ülkelerde devlet politikası haline gelmiş durumda. Devlet vatandaşına, ademoğlu birbirine muhtaç. Neyse ki çözüm sorunun içinde saklı. İnsan öyle mucizevi bir varlık ki kendine tahammül edemezken bir çocuğun gülüşü için türlü şaklabanlıkları göze alır. Adem ademi sevdikçe var olur. Siyah ekranın kara deliğinde dolduramayacağımız bir boşluk bu: Sevgi. Sevmeden sevilmek kuru ekmek misali, bir yanlış, bir hata aramaktan boğaza durur. Hayata kapılarını kapattıktan sonra elde ancak katran gibi kaynayan bir yalnızlık kalır. İnsanlığa bir kapı açmadıkça, neyi neden sevdiğimizi sorma cesaretini göstermedikçe ve sevdiğimizin peşine düşmedikçe yalnızlığa mahkumuz. Yaşama ve hayatı sevme cesaretini göstermedikçe yalnızlıktan kalp evlerimiz derme çatma binacıklar olarak kalıyor. Saraylar ve surlar, asırlara dayanan mabetler kültüründen gelen bizlere ne yazık.

VAHDET

Yalnızlıklarından sıyrılıp toplumun bir parçası olabilenlerin ise ortak bir özelliği var. Açılıyor, uzaklaşıyor, nice yalnız günleri deviriyorlar ancak pergelin ayağını ilk sabitledikleri noktadan kaldırmıyorlar. Pandemide kaygılarımızdan kaçtığımız sosyal medyadan şimdi Gazze’den paylaşılan kareleri görüp uzaklaşıyoruz. Bütün inançlarımızı, değerlerimizi teslim edince, yaşamaktan korkmak dışında bir çare kalmıyor geriye. Aile, sevgili, iş yahut din, bir noktayı başlangıç ve son kabul etmek lazım. Sonsuz ruhumuza yakışan ise Hayy’dan gelip Hu’ya gittiğimizi bilerek, yaşama cesaretini göstermek.

İlginizi Çekebilir

İlginizi Çekebilir