Pazar, Aralık 22, 2024

Yağmur Ne İçin Yağıyor: ‘’Ötesini Söylemeyeceğim’’ Şiirinde İmgeler

Elif Yalçın

Paylaş

Sezai Karakoç’un “Ötesini Söylemeyeceğim’’ şiiri, bir “Batı diktasına karşı Doğu protestosu” örneği. Savaşın ve tahakkümün etkisini daha iyi hissettirebilmek için olacak ki şiir on yaşında Tunuslu bir kız çocuğun ağzından aktarılır bize. Bu küçük kız; dik başlı, açık yürekli ve mağrurdur.

Uşaklaşmayı uygarlaşmak sananlara bedel kendidir, kendi olmayı sever, kendine ait olanı korur. Sezai Karakoç’un 1953’te yazdığı bu şiir, Tunus’un bağımsızlık mücadelesi üzerine yazılmıştır ve Emperyalizme karşı pasif direnişin en güzel örneklerinden biridir. Şiirde ilk mısralardan itibaren birbirinden başka iki güruh vurgulanır: Biz ve siz. Bu iki güruh birbirine tamamen yabancıdır. Ne saçları, ne kıyafetleri, ne huyları, ne güzellikleri, ne de hayatı ve ölümü algılayışları birbirine benzer. Bu aşina malumata rağmen -Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz- Tunus’un yabancıları, bu yabancılıktan çekinmezler.

YAĞMUR VE TAHTALAR

Şiir yağmurla başlar, yağmurla devam eder ve yağmurla sonlanır.

“Kırmızı kiremitler üzerine yağmur yağıyor

Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz

Yağmur yağıyor ve bazı tahtalar vardır

Suyun içinde gürül gürül yanan”

Burada yağmur ve tahtalar, maddi olanın ve görünenin ötesindedir. Nitekim biraz sonra “Ve yağmur yağıyor ben bir şeyler olacağını biliyorum” mısrasıyla biz, anlatıcının, sezgisel bir duyuşla edindiği gaybî malumatı hissederiz. Yağmur tasavvufta rahmeti ve vahyi temsil eder. Yağmurla gelen derûnî bilgi küçük kız için bir ümit vesilesidir. Çünkü onun tek istediği bu sözde “medeni adam”ların “def olup” gitmesidir. Suyun içinde gürül gürül yanan tahtalar, gelecek için ümit vadeden gençliğin alegorik bir ifadesidir. “Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz/ Kibrit gibi iç içe sıkışmış tahtadan” mısralarındaki “Evin tahtadan olması” hatırlatmasıyla birlikte gelen “Kibrit gibi iç içe sıkışmış tahta” motifi ise zihinlerde, açığa çıkmaya hazır bir enerjinin varlığı düşüncesini uyandırır. Biz bu sıkıştırılmış enerji düşüncesinden, pek de uzakta olmayan bağımsızlık mücadelesini ve işgalcilere karşı gerçekleştirilecek olan kıyam hareketini anlıyoruz. Anlatıcı şöyle seslenir şiirin bir bölümünde Bay Fransız’a:

“Annemi babamı karıştırmayın işin içine

İnanmazsınız ama onların şuncacık

Şuncacık evet şuncacık bir alakaları bile yok

Sizin def olup gitmenizi istiyorum işte o kadar”

 

Bu mısralarla anlıyoruz ki şairin mevcut nesilden bir beklentisi yoktur, o içinde hürriyet ateşini taşıyan genç nesilden ümitlidir ve günün birinde yağmurun bile söndüremeyeceği bu ateş yükselecektir. Anlatıcının genç nesilden seçilmesindeki bir gaye de budur. Yağmur, bu gençleri besleyen manevî değerlerin temsilidir. Her bir damlasını bir meleğin aşağıya attığı yağmur; onlara ümidi, kaybolmaya yüz tutmuş bir takım değerleri ve direnişle beraber gelecek olan dirilişi ihtar eder.

“İşte yağmur bunun için yağıyor

Ben bunun için yağmuru seviyorum

Yağmur bizim için yağıyor

Çalılar için Süleyman’ın tabancası için”

Şiirin giriş kısmında “Bekçi Halil’in kız kardeşinin oğluna ait daha doğrusu halasından kendisine kalacak olan arsasındaki yıkık duvarın iç tarafına saklı çalılar”ın da Süleyman’ın tabancası için saklandığını öğrenmiş oluruz böylece. Yağmur, çalılardan ve tabancadan haberdar olanlar için yağmaktadır. Ki küçük kız istihfafta bulunur bunun üzerine: “Hiç kimsenin bilmesine imkân yok/ İmkân ve ihtimal bile yok sizin bilmenize Bay Yabancı” Çünkü yağmur; bu insanların, bu tahta evlerin, bu kırmızı kiremitlerin, bu çalıların ve bu tabancanın üzerine yağar. Onları aşağı atan meleklerin bir gayesi vardır. Bay Yabancının ve diğer yabancıların hatta onlardan başka hiç kimsenin bilemeyeceği bir gaye. Nurullah Genç’in Yağmur şiirinde “Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından/ Alsam ölümsüzlüğü billur dudaklarından” dediği gibi bir gaye. Yüksek, insanî olduğu kadar insanüstü bir gaye. Küçük kız bu gayeye hizmet etmek için heveslidir fakat önündeki engelleri de görmezden gelemez:

“Hem şu bildiğiniz usule de lüzum yok

Tepesi demir askerleriniz babamı alıp götürmeseler

O zaman siz görürsünüz Bay Yabancı”

BİZİM TAHTA EV

“Kalkıp gidin kırmızı kiremitler üzerine

Bizim tahta evin üzerine yağmur yağıyor”

Sezai Karakoç şiirinde; Doğu, Batı ve medeniyet kavramları sıklıkla karşımıza çıkar. Bu kavramlar şiirlerde şairin üslubuna mahsus sembolik anlatımlarla işlenir. “Tahta ev” de bu sembolleştirmelerden biridir. Tahta ev; Doğu medeniyetini, onun sıcaklığını ve samimiyetini ifade eder. Bilindiği üzere sanayileşmeden önce Doğu medeniyetlerinde yapı malzemesi olarak ahşap ve kerpiç kullanılırdı. Bu durumun geçerli coğrafi ve fiziki şartlardan başka içsel-manevî cepheleri de mevcuttur.

Doğuda evlerin ahşap ve kerpiç gibi çabuk bozulur malzemelerden inşa edilmesi İslâm düşüncesindeki fanilik kavramını hatırlatır. “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz.” Hadis-i Şerif’i İslâm medeniyetlerinin şekillenmesinde etkili olmuştur. Fani dünyaya bağlanmama adına ahşaptan yapılan evler Doğu medeniyetinin simgesi hâline gelmiştir. Karakoç’un şiirinde tahtadan ev ve tahta imgeleri Doğuyu simgelerken taş ev ve taş imgeleri de Batıyı ve Batı medeniyetini sembolize eder. Taş yapı malzemesi olarak sağlamlığı ve kalıcılığı ifade etse de manadan çok maddeyi, sıcaktan çok soğuğu ve yakınlıktan çok samimiyetsizliği temsil eder. Sessiz Müzik şiirinde “Sizin evin duvarları taştan/ Dumanı da mı taştan” demekle muhtemeldir ki bu soğukluk ifade edilmektedir. Şiirde “tahta” imajı üzerinden bu iki zıt medeniyetin çatışmalarını da izleriz. Karşılaştırma yoluyla bir “medenilik” sorgusu yapılır. Tuhaf, acaip şapkalar, boyunlardaki uzun ince ve süslü şeritler tasvirinin hemen akabinde şu mısralar gelir: “Kirli çamaşırları tahta döşemelerin/ Üzerinde bırakmamanızı yalvararak isteyeceğim/ Yalvararak isteyeceğim diyorum Medeni Adam” Medeniliğin maddiyetle ölçüldüğü çağımızda, anlatıcının bu mısralardaki sitemi sarahetle anlaşılmaktadır. Medeniyet içinde nezaket ve nezafet barındırmalıdır. Hâlbuki küçük kız bu “Medeni Adam” profilinde bahsettiğimiz hususiyetleri göremez. Aynı zamanda anlatıcı Tunus kültürünün de sembolize edildiği tahta döşemelerin üzerinde Batılının kirli çamaşırlarını görmek istememektedir. Değil mi ki onlar annesinin “Böyle konuşmak ayıptır” dediği işleri yapmaktadırlar. Değil mi ki bütün bu “ayıpları” onun evinde, onun bahçesinde, onun memleketinde işlemektedirler. O, bunu istemez ve kabul etmez. “Gidiniz ve öteki yabancıları da beraber götürünüz.” demekle küçük bir çocuktan beklenmeyecek bir olgunlukla tavrını ortaya koyar. Şiirin son mısralarında tahta evin üzerine yağan yağmur bütün kirlenmiş şeyleri temizlemek için yağar gibidir.

MATMAZEL NİKOL’UN KIRMIZI İPEKLİ GÖMLEĞİ

Peyami Safa, Fatih Harbiye romanında bir karakterine; bize, kadınların medeniyet telakkisi hakkında şunları söyletir: “Kadınlar, medeniyeti gözleriyle anlamaya mahkumdur. Bunlar, hakiki medeniyetçilerden daha bahtiyardırlar: Şekillerle iktifa ederler ve renklerin değişmesi onları eğlendirir.” Peyami Safa’nın kadınlarımız hakkındaki bu hükmünü, Sezai Karakoç’un on yaşındaki idealize edilmiş kahramanı bertaraf etmiştir diyebiliriz. Tunuslu küçük kız Matmazel’in gömleğini sahiden beğenir bunda inkâr edilecek bir şey yoktur fakat onu giymeyi kendisine yakıştırmaz. Ama belki kardeşi Ali, Bay Fransız’ın gömleğini giyebilir, bu onun dile getirmeyi dahi istemeyeceği bir şeydir:

“Siz bilmezsiniz size anlatmak da istemem

Kardeşim Ali gömleğinizi mutlaka giyecektir

Halbuki ben Bay Fransız sizin gömleğinizi

Hatta Matmazel Nikol’un o kırmızı ipekli gömleğini

Hani etekleri şöyle kıvrım kıvrımdır ya

Bile giymek istemem istemeyeceğim”

Hem Matmazel’in gömleğini giymek biraz da Matmazel olmak demek değil midir? Bu noktada “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün başkahramanı Hayri İrdal’ın eski eşyalar üzerine bir tespitini anmak da fayda var: “Hizmetçilerimize hemen evimize gelir gelmez bir kat elbise, bir iki eski gömlek, boyunbağı, hiç olmazsa ayakkabılarımızdan birini hediye etmemizin hikmeti de bu olsa gerektir. Bizi hiç tanımayan bu insan birdenbire elbisemizin içine girdiği, kunduramızla yürüdüğü için, âdeta onun gizli zoru ile bize yaklaşır, farkında olmadan bizim itiyat ve düşüncelerimizi benimser.” Şair, esvap değiştirmenin insan ruhu üzerindeki etkisinin farkındadır ve idealize ettiği küçük kahramanı, Matmazel’innkırmızı ipekli gömleğini giymediği gibi giymek isteğini dahi taşımaz ve taşımayacaktır. Peyami Safa’nın zıddına olarak medeniyeti hakikatiyle anlayan tarafa bir erkek yerleştirilmemesini Karakoç’un şiirlerindeki “anne” imajı ile açıklayabiliriz. Geleceğin annelerini böylece yükseltir. Onlar Batı’nın kirli çamaşırlarına tenezzül etmedikçe gelecek nesil de etmeyecektir.

“Ötesini Söylemeyeceğim’’, değindiğimiz ve değinemediğimiz hususiyetleriyle Türk şiirinin nadide güzellerinden biri. Onu o yapan ise şairinin, en güzel bir muştu gibi kaleminde taşıdığı “diriliş” düşüncesi, “diriliş” çağrısı ve “diriliş” inancı. Belki de ona, son sözü söylemeden önceki “yutkunma”nın şiiri diyebiliriz. Çünkü son söz her zaman, kendinden önceki bütün sözlerden daha kuvvetli, daha heyecanlıdır. Son söz, yeni bir başlangıçtır. Karakoç, bize göre, “Ötesini Söylemeyeceğim” ile bir milletin yeniden doğuş ümidini, heyecanını ve o milletin, işgale ve işgalin yıkıcı tesirine karşı öfkesini en güzel biçimde ifade etmiştir. Biz de son sözümüzü şairin mısralarıyla ifade edelim:

“At doğruldu başını daha dik tuttu

Adam doğruldu atın ipini tuttu

Gün doğruldu doğu kubbelerini tuttu

Ve humma yeli üfürdü atlı adamı güneşle birlikte

Senin önünde kaldı yalnız uçsuz bir yol ve bucaksız bir ülke”

İlginizi Çekebilir

İlginizi Çekebilir