Daha senden gayrı âşık mı olur
Nedir bu telaşın ey deli gönül
Hele düşün devr-i Âdem’den beri
Neler gelmiş geçmiş say deli gönül.
Bir gün bindirirler ölüm atına.
Yarın iletirler Hakk’ın katına.
Topraklar susamış adam etine.
Hep ağzını açmış hey deli gönül.
(Âşık Ruhsatî)
ÂŞIKLIK YOLU
Türk halk kültürü, yüzyıllar boyunca farklı iklimlerin, dillerin ve kültürlerin bir araya gelerek yoğrulduğu zengin bir kaynak olmuştur. Halk edebiyatımız bu kültürün dilden dile gönülden gönüle ulaşmasını, diyar diyar gezen ve gezerken de ellerinden sazını dillerinden şiirlerini eksik etmeyen âşıklara borçludur. Âşıklar, gezdikleri yerlerin dağlarını, ırmaklarını, güzellerini şiirlerine konu edinirken aynı zamanda bir kültür aktarıcılığı da yaparak Türk kültürünün yayılması ve tanınması noktasında önemli bir vazifeyi de üstlenmişlerdi. İşte bu vazifenin ana kahramanı olan bu usta âşıklar, yetiştirdikleri çıraklarıyla da kültürümüzde önemli bir yer almışlardır.
Sözlükte bir zanaatı bütün incelikleriyle gereği gibi öğrenmiş olan ve onu kendi başına uygulayabilen, yapabilen kimse anlamına gelen usta, her bilim dalında önemini koruduğu gibi edebiyatta da şairlikte alınan yüce mertebenin vasfı konumundadır. Âşık Edebiyatı’nda şairlik, âşık adı verilen ustanın eğitimiyle tamamlanan çıraklığın olgun sürecidir.
Köy ve kasabalarda sevilen ve sayılan kişi olarak görülen âşıklar, sazlı sazsız, doğaçlama yoluyla, yazarak ya da birkaç özelliği birden taşıyan geleneğe bağlı kalarak şiir söyleyendir. Öyle ki Allah’ın vergisiyle kendisinde yarı ermiş/evliya hususiyetleri olduğuna inanılır. Soyut konulardan ziyade hayatın içinden konulara değinen âşık, doğruluk telkinlerinin yanı sıra çeşitli öğütler de verir. Âşığın şiirlerini söylerken ayrılmaz parçası olan saz, görünenin aksine cansız ve ruhsuz değil, âşığa sırlarını bilen önemli bir yoldaştır.
Osmanlı Devleti kurulmadan önce Horasan’dan gelen dervişlerle yeni bir söyleyişin nüvelerini bulduğumuz Tekke Edebiyatı’nın yanında halka yakın bir edebiyat ihtiyacı ile Âşık Edebiyatı bünyesinde gelişen saz şairliği başlamıştır. Zira bu devirlerde âşık, baba ve abdal unvanları ile tanınan dervişler en iyi bilinen şairlerdir. Âşık tarzı, Anadolu’nun fikri ve siyasi hayatının tesiri ile propaganda maksadıyla kurulmuştur. Fuad Köprülü, Âşık Edebiyatı’nın Türklerin İslâmiyet’i kabul etmelerinden sonra Anadolu’ya gelmeden önce teşekkül eden bir paralelinden doğduğunu kabul etmektedir.[1]
Halk şairlerinin “Âşık” adını almaları, tekke şiiri de denilen tasavvufî halk şiirinin etkisiyle 16. yüzyılda teşekkül etmiştir. Her edebi gelenek bir düşüncenin, kültür birikiminin etkilerini muhafaza ederken izlerini de barındırır.
Anadolu’da dinde, düşüncede, sosyal hayatta değişen değerlerle, 13. yüzyıldan itibaren kendilerini diğer şairlerden ayırmak ve ilham kaynaklarının kutsallığını göstermek için “Âşık” adını kullanmaya başlamışlardır. Bunlar kendilerine şair denmesini kabul etmeyerek, âşık adını almış ve destan söyleyerek kahramanlık hikâyelerini terennüm eden kişiler olmuşlardır.[2]
USTA-ÇIRAK GELENEĞİ
Âşık Edebiyatı’nda oluşturulan geleneğin yüzyıllar boyu yaşatılmasını sağlayan unsurlardan biri usta-çırak ilişkisi olmuştur. Âşık adayının yetişmesi sırasında en çok başvurulan yollardan biri çıraklık eğitimidir. Bu çıraklığın amacı hem yeni âşıklar yetiştirerek hem de geleneğin sürdürülmesini sağlayarak gelecek kuşaklara aktarımı en doğru bir şekilde yapmaktır. Aynı zamanda bu, Âşık Edebiyatı’nda yüzyıllardır yaşatılan bir gelenektir. Âşıkların dile getirdiği gönül duygularını nesilden nesile ulaştırmak, bu geleneğin özünü oluşturur. Tabii ki bu merhalede nesillere ulaştırmak için usta-çırak geleneği devreye girmektedir. Bir marangoz nasıl ki ustasının yöntem ve tekniğiyle yetişirse, âşıklık yolunda olan bir çırak da ustasının izinde yol almak zorundadır. Bir Karacaoğlan, Dadaloğlu, Veysel olmak ancak böyle bir yolculuğun neticesinde olabilirdi.
Âşıklık geleneği sadece saz eşliğinde şiir söylemeye dayanmayan, usta bir şair tarafından öğretilmesi gereken bir iştir. Çünkü saz şairliği, yalnız şöhret olmak ve manevi tatmin için yoktur, bunun yanında geçim sağlayan da bir meslektir. Anadolu’da oluşan esnaf teşkilatlarının hepsinde olduğu gibi âşıklıkta da çırak yetiştirmek bir gelenektir. Bir kişinin âşık olarak nitelendirilebilmesi için bu geleneğe uyması gerekmektedir. Usta âşık, saza ve söze yeteneği olan bir genci çırak edinir, yanında gezdirir. Ya da âşık olmak isteyen kişi, usta bir âşık yanına çırak olarak verilir. Buna “Kapılanma” denir. Usta çırağa “Meydan açmayı” geleneğin gereklerini, “Divana çıkma”yı, hikâye anlatmayı öğretir. Çırak, ustasıyla gezerek diğer âşıkları tanır, onlardan istifade eder. Çırağın yeteneğine göre uzun ya da kısa olan bu süreç sonunda ustasından aldığı “İcazet”le tek başına mesleğini sürdürür.[3]
Âşıkların kendi ustalarından öğrendiklerini yine, çırakları aracılığıyla geleceğe aktaracaklardır. Çırak, ustasından tembihe dayalı olmak kaydıyla gözlem esasına dayanan bir eğitimden geçecektir. Zira âşıklık geleneği, saz çalıp şiir terennüm etmekten öte, bir usta tarafından öğrenilmesi gereken bir iştir. Çıraklık, önce saz ve söz meclislerine dinleyici olarak katılmakla başlar. Çırağın gözlemlerinin ağır bastığı bu meclislerde, söylenen şiirlerin kalıpları öğrenilir ve uygulamaya çalışılır. Aslında âşıklık gönle Allah tarafından duyurulmuş bir vergidir. Çırak konumundaki geleceğin âşık namzedi bu Allah vergisi yeteneği gönlünde taşıyorsa sazın ve sözün sırrına vakıf olacak, öğrendiği kurallar neticesinde usta âşıkların arasında yer alacaktır.
Usta-çırak geleneğinde çırağın ustayla, ustanın da çırağıyla övündüğü de görülür. Bu durum bir yerde çırak ve usta için bir gurur vesilesidir. Figani’nin ustası âşık Dertli için:
“Fesahat yolunda çok çektim emek
Reva mı biz anı yadlara vermek
Nerde kaldı Dertli dedem diyerek
Aceb sorar m’ola Figan’ım benim”
Deyişi, Nuri’nin çırağı Ceyhuni’nin de ustasını övdüğü:
“Sırrı ene’l-Hakk’ı diyecek kimdir
Kanaat lokmasını yiyecek kimdir
Melamet hırkasını giyecek kimdir
Ceyhuni var Nuri çıraklarından”
deyişi, bu iftiharın aynı zamanda ustaya olan saygının ifadelerindendir.
Bakıldığında edebiyatımızın her döneminde bir çırak vardır ve bir ustanın izinde yol takip ederek ulaşmak istediği hedefe varmıştır. Ahmed Yesevi, Mevlana başta olmak üzere Fuzuli, Baki, Zati, Nedim, Şeyh Galip, Namık Kemal, Abdülhak Hamid, Şinasi, Osman Şems birer usta olarak daima karşımızda dururken, bu ustaların çırakları günümüze kadar varlığını devam ettirirken, bu etkileşim Âşık Edebiyatı’ndaki dirsek temasıyla olan etkileşimden farklı olarak gelişmiştir. Her dönemde devrine ışık tutan her şair ve her yazar, kendisine rehber ve örnek alacak gözeyi bulmuş, onun gibi yazmayı, onun gibi düşünmeyi kendisine vird etmiştir.
[1] Umur Günay, Âşık Tarzı Şiir Geleneği, Akçağ Yayınları, s. 9-12
[2] Mehmet Yardımcı, Başlangıçtan Günümüze Türk Halk Şiiri, s. 12-13
[3] Erman Artun, Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı, Akçağ Yayınları, s. 63-64