Semada ziynetli yollar vardır. Fezanın derinliğinde her birinin ötekiyle buluştuğu, kimi dünya semasından kimi samanyolu galaksisinden kimi ise evrenin diğer yüzünde adını bile bilmediğimiz güneş sistemlerinin yörüngesinde gözlenen, gözlenmese, bilinmese, fark edilmese dahi tüm ziyneti ve ihtişamıyla orada vâr olmaya devam eden adım adım arşınlanmış, ilmek ilmek işlenmiş yollar vardır. Tarihin farklı zamanlarında, bambaşka mekânlarında sevda kuşlarının kanat çırpışlarına yön veren, âşıkları kıskandıracak derin bir sevdanın yükünü taşıyan erler vardır.
Onların açtığı yol göğe ağmıştır. Yapılacak hiçbir şeyin kalmadığı, sevmenin yollarının tükendi zannedildiği vakitlerde yönümüzü semaya çevirdiğimizde her bir sevda kuşunun nasıl da kendi yolunu kendi bildiği yolla süslediğini, kâinatın boşluğunda nasıl da sarmaş dolaş yollar inşa ettiklerini görürüz. Belki de bu yüzdendir göğe bakma isteğimiz. Belki de gözlerimizi gökyüzünde gezdirdikçe üzüntünün azalması, Allah’ın hatırlanması, müştak olanların teselli bulması bu yüzdendir. Ötelerde, çok uzaklarda çıplak gözle seçemediğimiz sevda kuşlarının döşediği yollar bize sezdirmeden yaralarımızı sarıyor, umudumuzun kırık kanatlarını onarıyor, kaybettiğimiz, unuttuğumuz değerlerin, solmaya yüz tutmuş erdemlerin çizgilerini yeniden çiziyordur belki de.
Sadece umudu mu gözlüyoruz o ziynetli yollarda? Kendi zamanlarının çıkmazından hep bir yolunu bularak çıkan, söylenecek her sözün söylendiği meclislerde yeni şeyler dillendirmeyi, aynı hakikati bir başka haykırabilmeyi başaran, sevdayı ruhlarının ucuna değil yüreklerinin tam merkezine konuşlandıran yol mimarlarını gördükçe yüzümüzde beliren tebessüm, sadece sevincin yansıması mıdır? Samimiyetini yitirmiş duygularımız, öyle olduğuna ikna ettiğimiz çaresizliğimiz, azalarından şerha şerha samimiyet taşanları, çaresizliğini sıksa çare diye yudumladığımızdan fazlasını çıkaranları gördükçe umudun yanında adını tarif edemediğimiz pek çok menfi duygudan müteşekkil hissin yankısını da beraberinde getirmiyor mu?
Yine de kim vazgeçiyor ki gökyüzüne bakmaktan? Hangimiz bırakıyor umut etmeyi, o yollardan birine ilhak olmayı istemeyi? Bir daha kalkmayacağını söylese ayağa kalkmayı, başını göğe kaldırmayacağını söylese bulutların ucuna hayallerini iliştirmeyi, yıkıldığı yerden yeni yeni şehirler inşa etmeyi hangi birimiz terk ediyor? Bazen burukluğun bazen gururun, gıptanın ağır bastığı, garip bir huzurun, ümitvar bir hüznün gelgitleri eşliğinde semayı temaşa etmeye devam ediyoruz.
Sevdanın her tonunu görüyoruz semanın ziynetli yollarında. Öyle ki her birinin tonu, her birinin metodu ötekinden farklı, alabildiğine özgün. Tarihin sayısız sevda kuşları yüreklerinden kanatlarına vuranlarla atmosferin muayyen yerlerinde vakti geldiğinde göğe yükselecek yollarının rotaları üzerinde yol alıyor. Hiçbir rota diğeriyle benzer güzergâhı paylaşmasa, kuşların kanat çırptığı yön aynı olmasa da hepsi aynı gökyüzünün altında uçuyor.
Kim bilir belki de dünya bile o sevda kuşlarının hatırına dönüyor. Nefes nefese kaldığımızda, uğruna savaşmaya değer şeylerimiz anlamını yitirmeye koyulduğunda gücümüzü onlardan alıyoruz. Çünkü tarihin sevda kuşları çoğu kez bakmayı unuttuğumuz gökyüzünde kendi zaman ve hızlarıyla uçuşmaya devam ediyor.
İhtiyacımız olan sevdayı, unuttuğumuz davayı oralarda görüyoruz. Biz sevmenin ne demek olduğunu bildiğimizi sanırken ufkun ötesinde savaşta tüm ailesini kaybetmiş bir kadının sesi yükseliyor: “Anam babam sana feda olsun ya Resulallah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)! Sen sağ olduktan sonra her türlü musibet hiç gelir bana.” Sen sağ olduktan sonra… Dilinin ucuyla değil acının en taze olduğu anda söylenmiş bu söz, bize kendi sözlüklerimizdeki muhabbetin, imanın, hasretin, sayısız kavramın anlamını sorgulatıyor.
Öyle ya harekete geçmeden önce hükmünün farz mı sünnet mi olduğunu araştırtan sevgiyle “Bir sünneti terk ettiğimde dünya başıma yıkılacak gibi hissediyorum.” dedirten muhabbet aynı kabı mı dolduruyor? Dilediğini oldurmanın denenmedik yolunu bıraktırmayan duyguyla taktığı altın yüzüğü O attı diye “Resulullah’ın attığı bir şeye elimi sürmem.” diyerek yerden aldırmayan bağlılık aynı cennetin anahtarını mı taşıyor? Ruh hâli olumsuz etkilenmesin diye fotoğraf geçiştirten ilgiyle “Kudüs işgal altındayken ben nasıl gülebilirim ki?” dedirten, sokaklara çıkıp göğe bakarak “Ah İslam!” diye haykırtan sevda aynı davanın görülmemiş dosyası mı?
Leylası İslam olanların, eli kolu tutmasa başıyla ülküsünü savunanların, aldığı bir abdestte bile “Sana kul olmak ne güzel!” diyerek Allah’ı görebilenlerin semasını kuşattığı bir dünyada yaşıyoruz. Bu hakikat, umudun yanında pek çok menfi duygudan müteşekkil hissin yankısını beraberinde getiriyor.
O kadar ki yüreğindeki yangını bir şişeye doldurup denize salanların, babasının şehadetine sabretmeyi cennetin anahtarı sayanların, ümmetin suskunluğunu Allah’a şikayet edenlerin doldurduğu göğün altında hiç doğmamış olmayı dileyecek kadar eziliyoruz. Gökyüzünün perdelerini indirsek de yeryüzünden yıldız olarak görünen o ziynetli yolları hiç görmesek diye düşünüyoruz. Sonra yine o yıldızlardan birinin kendi zamanının kanat çırpışından süzülen bir meltemle gözümüzü yeniden semaya yönlendiriyoruz:
“Dik dur! Yıldızların altında nasıl başı eğik durursun?”