Beyt’ül-Makdis üç büyük dinin kutsal mekânıdır. Dokunduğunuz her duvar, tarihin önemli sahnelerine şahitlik etmiştir. Mukaddes kitaplarda geçen hadiselerin birçoğu burada yaşanmıştır. Birçok peygamber burada yaşamış ve tebliğ vazifelerini burada îfa etmiştir. Hem maneviyatını hem tarihini anlatmakta sayfalar yetersiz kalır. Bu yazıda gözlerden uzak kalmış fakat hafızamızdan silinmemesi gereken mekân ve olaylardan bahsedeceğiz; bilhassa yapılar topluluğunda nakış nakış işlenen bir duygudan, hoşgörüden…
MÜSAMAHA SİLSİLESİ
Bir duvar düşünün ki, iki farklı yüzüne, iki ayrı din hürmet etmekte. Beyt’ül-Makdis’in batı duvarının Harem’e bakan tarafı Peygamber Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) biniti Burak’ı bağladığı yerdir. Bu yüzden Müslümanlar bu duvarı saygıyla selamlar. Aynı duvarın dış tarafında ise Yahudiler duvara dokunarak saatlerce ağlarlar. Duvarın hoşgörüyü yansıtan bir başka hususu ise Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaşanmıştır. O dönemde ağlama duvarının önünde Faslı Mahallesi bulunmaktadır. Kanuni bir iç duvar yaptırarak mahalle ile ağlama duvarını ayırmıştır. Yahudilere özel bir alan oluşturarak ibadet kolaylığı sağlamıştır. Bu sayede mimari bir eleman olan duvar hem güvenliği sağlamış hem de ibadet mahalli oluşturmuştur.
Memlüklüler döneminde yapılan Ömeriyye (Cavilliye) Medresesi’nde de dinler arası anlayışı görmek mümkün. Hristiyan inanca göre İsa’nın (Aleyhisselam) sorgulandığı, kırbaçlandığı ve çarmıha gerilme cezasına karar verildiği yer bu okulun avlusudur. Günümüzde Müslümanlar tarafından okul olarak kullanılan medresede Cuma hacıları gerekli izinleri alarak Via Dolorosa (Çile Yolu) ibadetlerine bu noktadan başlar.
Benzer örnekleri Beyt’ül-Makdis dışında, şehirdeki bazı noktalarda da hissetmek mümkündür. Genellikle Osmanlı sur kapılarında “Kelime-i Şehadet” veya “Kelime-i Tevhid” yazılmaktadır. Fakat Kanuni Sultan Süleyman hoşgörü anlayışına uygun olarak eski şehir surlarındaki Halil Kapısı’na “Lâ İlâhe İllallah İbrahim Halillullah” yazdırmıştır.
İlk kıblemiz olan Kudüs, ruhunda hoşgörü ve saygıyı barındırırken, ne yazık ki günümüzde bu gibi duygulardan noksan ve kasıtlı bir kaosun içinde tutulmaktadır. “…Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin…” (Zümer Suresi 53) Umut ediyoruz ki bir gün Kudüs, hasret kaldığı ruhuna kavuşacaktır.
KİMLİĞİMİZİN TAPULARI
Azıcık gezip dolaştığımızda Beytü’l-Makdis alanındaki çoğu yapının bize ait olduğunu görürüz. Mescid-i Aksa’nın kuzey duvarını incelediğimiz zaman birbirini takip eden binalar, medreseler ile hankâhlar iç içe geçmiş durumdadır. Revaklı geçişlerin, kemerli pencerelerin, mukarnas detayların bulunduğu cepheye baktığımızda, farklılıklar içinde bir bütünlük görürüz. Ne aynı diyebiliriz, ne de tamamen farklı. Bir elden çıkmış gibi uyumlu ve dengeli bir silüetle beraber farklı ellerin bir araya geldiğini gösteren detaylar mevcuttur. İncelediğimizde Dulkadiroğulları’nın Gadiriyye Medresesi’nden Memlüklü eseri olan Basîtiyye Medresesi’ne kadar tarihi çeşitliliğe tanıklık ederiz. Hatta karşımıza Mardin isimli bir hankâh çıkması şaşırtıcıdır. Eşinin ve oğlunun kabri Mardin’deki Hatuniye Medresesi’nde bulunurken, Artuk Bey buraya defnedilmiştir. Çünkü o, döneminde burayı korumak ve yönetmek amaçlı Anadolu’dan gelmiş ve bu emaneti muhafaza etmiştir.
Osmanlı Dönemi’nde de buranın kıymeti bilinmiş ve birçok imar faaliyetine girişilmiştir. Çeşmelerden hastanelere kadar bir hayli eser verilmiştir. Hürrem Sultan imaret ve hamamını, Sultan Süleyman Barajı’nı, Abdülhamid Han’ın saat kulesini (ne yazık ki İngilizler tarafından yıkılmıştır) ve diğer birçok yapının varlığı ile Osmanlı kalbinin de burada attığını hissederiz. Kudüs’ü bilmemek kimliğimizi bütünüyle tanımamak demektir. Bu yapılar oradaki tarihi varlığımızın tapusudur.
YILLAR İÇİNDE KUBBETÜ’S-SAHRA
691 yılında Emevi halifesi Abdülmelik bin Mervan tarafından inşa edilen Kubbetü’s-Sahra günümüze kadar bu haliyle ulaşmıştır. Fakat tarih boyunca birçok devletin, inancın eline geçen bu yapıya, her dönemde eklemeler, revizeler, onarımlar yapılmıştır. İçerisinde muallak kayasını barındıran şehrin sembolü Kubbetü’s-Sahra, 20 metre çapında kubbesi ile sekizgen bir mescid olarak inşa edilmiştir. İlk inşasında kubbesi altın kaplanmıştır. Fakat depremde zarar gören Mescid-i Aksa Kıble Cami’nin tamiratı için bu altın tabaka sökülüp caminin onarımında kullanılmıştır. Bir dönem Hristiyanların eline geçmesi ile şapel olarak kullanılan yapının kubbesinde Süleyman ve İsa peygamberlerin resmedildiği rivayet edilmiştir. Selahaddin Eyyübi’nin Kudüs’ü fethi ile tekrar İslam kimliğine bürünen yapının kubbesi, bazen bakır, bazen kurşun haliyle kullanılmıştır. Yakın dönemde Ürdün Kralı tarafından altın kaplanarak özgün haline geri getirilmiştir. Kullanılan bu malzeme ile yapı, şehrin siluetine ayrıcalık kazandırmıştır.
Zamanla cephedeki mozaik kaplaması dış etkenlere, hava koşullarına dayanamamış, yıllar geçtikçe zarar görmüştür. Kanuni Sultan Süleyman döneminde cephe çiniler ile kaplanmış ve baştan sona Yasin Suresi kubbeyi çevreleyecek şekilde işlenmiştir. Normalde Osmanlı mimarisinde çini kullanımını iç mekânlarda daha sık görürüz. Fakat burada sırlı ve fırınlanmış haliyle günümüze kadar solmadan dayanmış bir dış mekân çinisi görmekteyiz. Üstelik bu durum izolasyon açısından avantaj sağlamıştır.
İnsan yaş aldıkça, hadiseler yaşadıkça, yeni duygular tattıkça olgunlaşır. Yapılar da öyle. Taşıdığı maneviyatın yanında geçirdiği fiziksel değişiklik ve onarımlarla bizi, zamanın içinde asırlık olgun bir bilge karşılar. Kubbetü’s-Sahra’nın farklı yüzyıllardaki fotoğrafları, mimari tarihinin öyküsünü anlatır.