Perşembe, Nisan 24, 2025

Taha Kılınç

İkra Harmancı

Paylaş

Gazeteci-yazar olarak tanıdığımız Taha Kılınç meslekî kimliği dışında sizce kimdir, kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

Ben doğrusu “meslekî kimlik” denilen şeyi şahsiyetimden, hayatımdan ve Müslüman kimliğimden ayırt etmiyorum. Benim için, gazetecilik ve yazarlık, dünyadaki varlığımı anlamlı kılmaya ve nihayet ahiretteki hesabımı kolaylaştırmaya çalıştığım bir vesileden ibaret. Dünyada attığım her adım, yazdığım her bir satır ve konuştuğum her kelime, bu denklemin birer parçası.

Bu girişten sonra, bazı biyografik bilgileri şöyle sıralayabilirim:

1980 doğumluyum. Yıllardır, ana çalışma saham Ortadoğu ve İslâm dünyası. Coğrafyaya seyahatlerimi aralıksız sürdürüyorum ve gördüklerimi sınırlarımızın içine tercüme etme gayretindeyim. Yayınlanmış 25 kitabım, bilgisayarımdaki yaklaşık 50 dosyayı güzelce yayınlamak için de duaya ihtiyacım var.

Büyüdüğünüz, yetiştiğiniz ortam nasıl bir mahiyetteydi? Aklınızda kalan birkaç hatıra varsa dinleyebilir miyiz?

Bana bu soru, “İslâm coğrafyasına ilginiz ne zaman başladı?” şeklinde de soruluyor. Ben, bebekliğimden itibaren Filistin’i, Afganistan’ı, Suriye’yi, Mısır’ı, Bosna’yı vb. sürekli işittiğim ve büyüklerimden dinlediğim bir atmosferde büyüdüm. Babam Mersin’in Anamur ilçesinde Refah Partisi’nin ilçe başkanıydı. Aile çevremizde ve sohbetlerde, ümmet, sürekli gündeme taşınan bir konuydu. Aklımdaki bütün hatıralarda da 1980’lerin İslâm coğrafyasındaki çeşitli acılardan ve dramlardan parçalar var, doğal olarak.

Üniversitede İlahiyat bölümünü seçmenizde etkili olan bir kişi/olay/durum olmuş muydu? Gazeteciliğe geçiş sürecinizden bahseder misiniz?

Ben normalde Uluslararası İlişkiler gibi bir bölüm okumak istiyordum. Ama lise ikinci sınıfın yazında, bir hocamızın yönlendirmesiyle, Kur’ân-ı Kerîm’i ilk kez başından sonuna dek mealiyle okudum ve İlahiyat’a girmeye karar verdim. Keyifle ve severek, 1999’da İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni kazandım. Normalde üniversite giriş sınavında aldığım puan çok yüksekti, Boğaziçi Üniversitesi’nin bütün bölümlerini tutuyordu ama Marmara İlahiyat’ı bile kazanamadım. Çünkü katsayı problemi sebebiyle İlahiyatların puanları astronomik biçimde yükselmişti.

Küçüklüğümden beri yazı işleriyle meşgul olduğumdan, üniversitede okurken maddî sebeplerle yanında çalıştığım bir yayıncı vesilesiyle, yazarların dünyasına adım attım, Cağaloğlu’ndaki o mütevazı büroda çok sayıda önemli isimle tanıştım. Dergicilik çalışmaları zaten liseden beri devam ediyordu, iyi bir okuma tempom vardı, kendimce yazı faaliyetlerim de başlamıştı.

Sonrası uç uca tevafukların birbirine eklenmesiyle ilerledi: Her yazı başka bir yazıyı beraberinde getirdi, 2005’te ilk kitabım yayınlandıktan sonra da kitap çalışmalarım aralıksız devam etti. 2001’de ilk kez Suriye’ye adım atmıştım, oradan İslâm coğrafyası seyahatleri başladı. Elhamdulillah, bugün hâlâ okumaya, yazmaya, öğrenmeye devam ediyorum.

“Gönül Coğrafyası” tabiri özlenen, kalbî ve zihnî bağlarla bağlı olduğumuz yerler olarak tarif edilir. Biz Müslümanlar için nereler gönül coğrafyamızdır? “Gönül Coğrafyamızı” nasıl anlamalıyız?

“Gönül coğrafyası” tabiri, sınırları sürekli değişen, genişleyen ve hatta kişiden kişiye de farklılık gösteren bir tanımlama. Kalben ve zihnen derinleşmek kaydıyla, vaktiyle yerinde bir caminin olduğu modern bir apartmanı izlerken de gözyaşlarına boğulabilirsiniz. Ama kalbiniz ve zihniniz çoraklaşmışsa, Mekke bile size bir şey söyleyemez.

Bu açıdan ben, coğrafyamızı da içimizde taşıdığımız kanaatindeyim. Duygular, düşünceler, tecrübeler, seyahatler ve hayaller iç içe geçer; sonra derûnunuzda pencereler açılmaya başlar. O pencerelerden bakıp ötelere uzanmak, oralarda hakikatin parçalarını yakalamak, tarihi ve coğrafyayı konuşturmayı öğrenmek… Bu, bir Müslümanın manevî âlemindeki ana hedeflerden biri olmalıdır. “Yeryüzünde gezin dolaşın…” emrinin gerekleri, ancak böyle tecelli eder.

Ortadoğu’nun sizin için kendinizi en huzurlu hissettiğiniz coğrafya olduğu ifade ediliyor. Çalışmalarınızda da Ortadoğu üzerinde bir yoğunluk görüyoruz. Peki, neden Ortadoğu? Ortadoğu denilince zihninizde ne canlanıyor?

Ortadoğu yerine “Merkez Coğrafya” tabirini de kullanabiliriz, çünkü burası kıyamete kadar önemini yitirmeyecek, bütün insanlığın kaderinin düğümlendiği, her şeyin olup bittiği coğrafyadır.

Ortadoğu’nun onca karmaşasına, kaosuna ve çatışmasına rağmen kendimi “huzurlu” hissettiğim sorulabilir. Bu da yine yukarıda açıkladığım meseleyle yakından alakalı. Coğrafyanın üzerindeki gelip geçici kirleri ve süprüntüleri sıyırdığımda, altından muhteşem tabakalar çıkıyor, tarih ve coğrafyanın bütün derinlikleri arz-ı endâm ediyor: Kılıç şakırtıları geliyor vadilerden, çığlıklarla kahkahalar birbirine karışıyor, zorbalıkla adalet bilek güreşi yapıyor, mezarlıklardan camilere kiliselerden şehir surlarına, her bir taş parçası dile geliyor, kendi serüvenini anlatıyor…

Filistin’e dönük sistematik zorbalıkların tarihleri, adları ve tarzları farklı gibi görünseler de, uzun yıllardır devam eden bir mücadelenin temel dinamiğini, asıl sebebini de oluşturuyorlar. Günümüzdeki kurtuluş mücadelesinin sebepleri farklı mı? Kısa ve uzun vadeli sonuçları Müslüman âlemini nasıl etkileyebilir?

Problemin temelinde, sâkinlerinin yüzyıllarca barış ve esenlik içinde yaşadığı bir coğrafyaya, Batılı emperyalistlerin ileri karakolu olarak gelip çöreklenen, yerli halkı katliamlarla ve tehcirle bölgeden uzaklaştırarak onların aslî vatanlarına işgal kolonileri kuran Siyonist istila var. Sorunu bu şekilde tanımladığımızda, sonrasında yaşanan bütün gerilim ve çatışmaları izah da kolaylaşır.

Günümüzde, yöntemleri ve hedefleri farklı bile olsa, “direniş” ve “kurtuluş” kavramlarının içini doldurmaya çalışan çeşitli yapılanmalar mevcut. Bunlar aynı zamanda Filistin halkına karşı da sınav veriyorlar. İsrail’le mücadelenin biçimi, süreci ve neticeleri, nihayetinde Filistinlilerin maşerî vicdanında yargılanıyor, sorgulanıyor ve değerlendiriliyor.

Türkiye olarak Filistin bizim neyimiz olur?  Müslüman ülkelerin Filistin özelinde bir araya gelemeyişlerinin temel sebepleri sizce nelerdir?

Filistin davasının bir asrı artık aşmış bulunan mazisinde, Müslüman dünya açısından, şu iki soru hep en temel açmazları teşkil etti: 1) Filistinliler, tam olarak bizim neyimiz oluyor? 2) Filistin’in temsilcisi kimdir? Yaşanan sürece dikkatle ve detaylı biçimde bakın, her dönemeçte bu sorular karşınıza çıkacaktır.

Bugün de bu iki sorunun cevabı tam olarak bulunmuş değildir. Filistin, her İslâm ülkesinde aynı zamanda iç siyasetin konusu, ama her Müslüman ülkenin Filistin tanımı farklı, hepsi Filistin davasından kendine uygun bir netice almaya odaklanmış durumda. Hal böyle olunca, hedef ve yöntem birliği sağlanamıyor; bu da işgalcilerin ekmeğine yağ sürüyor, onların ömrünü uzatıyor.

Merhum Nuri Pakdil üstadın “Ben Kudüs’ü kol saati gibi taşıyorum.” sözünü vazife edinenler olarak, bu vazifeyi dosdoğru yerine getirebilmek için neler yapmalıyız? Sorumluluklarımız neler olmalıdır?

Filistin ve Kudüs davası bağlamında, başlıca üç vazifemizin bulunduğu kanaatindeyim: 1) Meseleyi her boyutuyla ve derinlemesine kavramak. Çünkü iyice bilmediğimiz ve nüfuz etmediğimiz şey konusunda, doğru tavır almamız imkânsızdır. 2) Hangi konumdaysak ve elimizden ne geliyorsa, mutlaka somut bir şeyler yapmaya çalışmak. Çünkü kuru bilgi, insanı hissizleştirir. Eylem, -biçimi ne olursa olsun- kalbimizi ve şuurumuzu diri tutar. 3) Hayatta hangi noktadaysak, mutlaka “en iyi” ve “kalifiye” olmak için sürekli çalışmak. Günümüzün dünyasında sıradanlığa, yüzeyselliği ve sığlığa yer yoktur. Tarih bileceğiz, coğrafya bileceğiz, dil bileceğiz, parmakla gösterilecek işler yapacağız, boşluk dolduracağız, bizden sonrakilere bayrağı devrettiğimizde dua ve teşekkür alacağız.

Özellikle gençler olarak bize sunulan gündemlerde kaybolmayıp kendi gündemlerimizi nasıl oluşturabilir ve onların peşinden gidebiliriz?

Bence başlangıç noktası, günü iyi planlamaktan geçiyor. Her sabah güne başlarken, “Bugün vaktimi iyi değerlendirdiğim, yeni bir şey öğrendiğim, dünden farklı hale getirdiğim, yarına da güzel bir şekilde ekleyeceğim bir zaman dilimi olmalı.” diye başlamamız gerekiyor. Sosyal medya çok fazla vakit israfına yol açıyor. Ayarı kaçmış sosyallikler de keza, özellikle üniversite öğrencisi arkadaşların mücadele etmesi gereken bir diğer imtihan. Kimseyle paylaşmadığınız anlarınız olsun, o anlarda derinleşin. Kendinizi ve kalbinizi dinleyin. Her akşam yatarken, “Bugünümü dolu ve kaliteli geçirdim mi?” sorusunu sormaktan hiç vazgeçmeyin. Başka gündemlerin peşine takılanlar, günlerini dolu ve derin yaşamayanlardır.

Yazmak bir gencin hayatında olmalı mı, olmalı ise neresinde ve nasıl olmalı? Hüma okurlarına bu konuda neler tavsiye edersiniz?

Yazmak, hepimizin hayatında az veya çok, muhakkak yeri olan bir eylem. Hatta şunu da sıklıkla tekrarlarım: Hepimiz, hayatımızda en az bir kere, çok önemli bir metni mutlaka yazmak zorunda kalacağız. Bu muhatabınıza hâlinizi arz ettiğiniz bir sevda mektubu da olabilir, işyerinde yaşadığınız bir problemden sonra âmirinizin sizden istediği bir savunma da… Her ne olursa olsun, kalemimiz ve ifade gücümüz kuvvetli olmalı. Tabi bunu profesyonel bir uğraşa dönüştürmek için, yazıyı hayatın merkezine oturtmak gerekiyor. Zira yazı, sürekli ve ısrarlı bir faaliyet haline gelirse anlam kazanıyor. Öbür türlü, geçici bir heves olarak kalıyor.

Yazıyla ilgili ciddi bir serüvene çıkmak isteyen arkadaşlara, okuma ve yazma eylemlerini aynı anda ve aynı yoğunlukta sürdürmelerini tavsiye ederim. Bazıları “Sürekli okuyayım, dolunca zaten taşarım.” diye düşünüp, yazma eylemini ihmal eder. Bazıları da “Zaten yazıyorum, dinlediklerim bana yeter.” deyip, “kulak mollası” olmayı yeterli görür. Oysa okumada ve yazmada randıman elde etmek ve fikrî istikrar kazanmak için, okumak ve yazmak, hayat boyu birbirinden hiç ayrılmaması gereken süreçler.

 

Kendinize sık sık hatırlattığınız ayet?

“Allah, kendisine tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmrân Suresi 159)

Filistin denilince aklınıza gelen ilk kelime?

Akdeniz. Oralar hep dramlarla, işgalle ve katliamlarla zihnimize işlendiğinden, Filistin’in buram buram bir Akdeniz beldesi olduğunu unutuyoruz.

Filistin temsillerinden hangisi, limon mu karpuz mu?

Zeytin. Kur’ân da böyle anar zaten. Limon veya karpuz, sosyal medya etkisiyle üretilen yeni semboller.

Kudüs’te, Aksa’da en sevdiğiniz namaz vakti?

İmam efendinin kıraatı iyi olduğu takdirde, sabah namazı. Kıraati beni selâm verene kadar Şeytan’la mücadeleye zorlayan biriyse, ikindi namazının sükûnetini tercih ederim.

Falafel mi, şavurma mı?

Kudüs’te, Vâdî Caddesi üzerinde müdâvimi olduğumuz bir felâfilcimiz var, orayı tek geçerim.

Sizi en çok heyecanlandıran eseriniz hangisi?

Seçim yapmam çok zor, ama illa bir tanesini zikretmem gerekiyorsa “Bir Rüyayı Hatırlar Gibi – Savaştan Önce Suriye” derim. Çünkü kaybolup giden, şimdi yerinde yeller esen bir ülkeyi yazdım, adeta vazife bilinciyle kayda geçirdim.

Otogarlar mı, istasyonlar mı, havaalanları mı?

En az bindiğim vasıta tren. O yüzden istasyonların bende baskın bir hatırası yok. Otogarlar, çocukluk yıllarımdan itibaren, gurbetle ve yolculuk, her türlü zorluğuyla özdeştir içimde. Havaalanları diyorum dolayısıyla.

Bir yol, bir güzergâh vardır yürümeyi sevdiğiniz, neresidir?

Çok fazla var: Yanya sur içi… Buhara ara sokakları… Medine’de, Mescid-i Nebevî’den Kuba Mescidi’ne… Sonbahar akşamlarında Saraybosna, Başçarşı… İstanbul’da baştanbaşa Edirnekapı-Divanyolu güzergâhı…

Hayalinizdeki gencin üç vasfı?

  • Rabbini bilen, 2) Kendini bilen, 3) Ait olduğu ümmeti bilen…

Esmâü’l-Hüsnâ’dan muhabbetinizin en ziyade olduğu isim?

Açık ara, “el-Vedûd”. Çok seven ve çok sevilen. Muhteşem!

Bir şeyler size çocukluğunuzu hatırlatır. Bir yemek, bir oyuncak, bir … ?

Bende hatıraların çağrışımı kokularla geliyor. Bir çorba kokusu, bir parfüm kokusu, bir kolonya kokusu, bir lavanta kokusu, bir oda kokusu… Hepsi beni alıp hayatımın başka bir köşesine sürüklüyor. Koku hafızam çok güçlüdür.

Bir nasihat?

Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şu hadisi, hayatımız boyunca prensip edineceğimiz en önemli nasihatlerden biri: “Ya hayır söyle, ya da sus.”

Bir hedef?

Allah’ın (Celle Celaluh) razı olacağı bir kul olabilmek. O’nun (Celle Celaluh) huzuruna çıktığımda, “Evet, seni tam da bunun için yaratmıştım. Yapman gerekenleri keşfettin ve elinden geldiğince yaptın. Seni affettim!” hitabına mazhar olmak…

Bir dua?

Rabbimiz istikametten ayırmasın.

İlginizi Çekebilir

İlginizi Çekebilir