“Adlî” mahlasını kullanan II. Mahmut’un kızına verdiği isimle Âdile Sultan’ın, Osmanlı hanedanı mensupları arasında tek hanım şairi unvanına sahip olmasında eminiz ki küçük yaştan itibaren aldığı güzel eğitimde edebiyat ve şiire ilgi duyması vesile olmuştur. Dört yaşında annesi Zernigar Kadın Efendi’nin, on üç yaşında da babasının ölümü, daha küçük yaşında hayatın ne kadar meşakkatle birlikte devam ettiği tecrübesini yaşatır ona. Babasının vefatından sonra kendisiyle artık ağabeyi Abdülmecid ilgilenecektir.
Bugün Fındıklı’da Mimar Sinan Üniversitesi’nin bulunduğu yerdeki Neşetâbâd Sarayı, evlendikten sonra Âdile Sultan’a tahsis edilmiş olmakla beraber zaman zaman Kuruçeşme’de, Esma Sultan’dan kalan yalıda, Kâğıthane, Çırağan, Validebağı ve Kandilli’deki saraylarda ikamet etmiştir.[1] Tek çocuğu olan kızını da evlendirdikten kısa bir süre sonra kaybeden Âdile Sultan, ardından eşinin de vefat etmesiyle birlikte kendisini Nakşibendi tarikatına vermiş, zamanının büyük bir bölümünü hayır işleriyle geçirmiştir. Yaşadıklarıyla “Şair doğulmaz, şair olunur.” dedirtecek kadar yoğun bir acının hamuruna bulanan Âdile Sultan, bu acılarını dillendirmek için şiiri önemli bir vasıta olarak görmüştür. Fakat onun şiirleri sadece duygu kesafetinden ibaret olmayıp, yaşadığı döneme de ayna tutan bir vesika konumunda olmuştur. Şiirleri olmasa da sadece yaşamış olduğu üç tarihî dönem, Âdile Sultan’ın tecrübelerinin ışığında çok şeyler anlatır tarihin tozlu sayfalarına. Zira o, Islahat Dönemi’nde doğmuş, Tanzimat Dönemi’nde hayatını devam ettirmiş, Meşrutiyet Dönemi’ndeki gelişmelerin bir kısmına tanıklık edecek kadar tecrübe etmiştir. Bu hâliyle sıkıntılı bir süreçten geçen imparatorluğun, Doğu Batı sentezini yaşayan kadınlarının öncüsü olur.
Ya çok mutlu olduğunda ya da çok canı yandığında mısralara iner insan ruhunun gölgesi. Bu gölge eğer mutluluğu ifade edecekse türkülerle şarkılarla dile gelir; yok hayır acının gölgesi olacaksa eğer, en derin anlamı olan kelimelere döner ruh, gölge olmaktan çıkar. Hayatın aynasında en kesif hâliyle raks etmeye başlar ve fakat bu raksı sadece ve sadece o acı hissi yaşayan bilecek ve anlamlandıracaktır ne yazık ki…İşte Âdile Sultan’ın hayatında annesinin ve babasının ardından erken yaşta kızının ve eşinin, kardeşi Abdülmecid ve ardından Abdülaziz Han’ın yokluğuyla beslenen o gölge, şiirlerinde her daim raks ederken, acıyı daha da beslemiştir. Fakat bu acı onda çoğu zaman Rabbine sığınışın bir vesilesi olur:
Hakdan iste âfiyet kim istemiş Fahr-i Cihân
Râh-ı aşkı tut ki ondan hoş râh olmaz sana
Hak için sev kimi seversen onu dost tut hemân
Âdile ol mihrden asla zarar gelmez sana[2]
Ne kadar acı çekse de Âdile Sultan için önemli olan sabır ve tevekküldür. Allah, her acının çaresini kendi sevgisini, kulunun gönlüne vererek gösterecektir. Allah’ın rızasını kazanmak her amacın başı olmalıdır, zira bu mertebeye ulaşmak için varlıktan geçmek gerekmektedir:
Cevr ü cefâya sabr edip yâre esir olanı gör
Ârzû-yı vuslat eylemez ol âşık-ı didârı gör
Şöhret kerâmet istemez âşık-ı Rızâullâha er
Ârif olup ey dil hemân hep varlığı terk ede gör[3]
Ruhundaki kederlerden halas olmak arzusu, onu tasavvuf yoluna sevk ettiren bir aşka dönüşmüş, Nakşibendi tarikat şeyhlerinden Balâ Tekkesi şeyhi Ali Efendi’ye (ö. 1877) intisap etmesine vesile olmuştur:
Sûfiyâ her ne desek boş yere söyler değiliz
Hâs mürid olduk ezel ehl-i riyâdan değiliz
Kilidi sabr ile her Bâbda müşkil açarız
Kârımız Hakk iledir gayrıya muhtâc değiliz
Dindarlığı yanında yardımsever kişiliği de hayatının merkezinde olan Âdile Sultan, Fındıklı’daki sarayını âlim ve şeyhlerin toplanıp sohbet ettikleri, muhtaç ve fakirlerin her zaman başvurduğu mekânlardandır. Adile Sultan, zamanının Râbiatü’l Adeviyye’si kabul edilirdi. Bilindiği gibi kadın velilerin en meşhuru olan Rabia Hatun, sahabileri görüp onlardan ilim almıştı; yani o tâbiîndendir. Âdile Sultan Vakfiyesi’nde de Âdile Sultan için “Rabiatü’d-devran” unvanı geçmektedir. Allah’a ve Peygamberimize (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) olan aşkını şu mısralarda dile getirmiştir:
Mübtelâyım derd-i aşka ibtilâdır sevdiğim
Geçmişim ben cümleden, zât-ı Hüdâdır sevdiğim
On sekiz bin âlem O’nun bende-i fermanıdır
Matla-i nûr-ı ezel ol Mustafa’dır sevdiğim
Zât -ı Âdem’den beri bir kavme meb’us oldular[4]
Hayatın göreceli tarafının insanı kandırdığı gerçeği, hayatın maddi yönünün Âdile Sultan’a sunduğu tarafına bakınca daha iyi idrak edilebiliyor. İyilikler ve yardımlarla süslenen, fakat temelinde ağır acıların yaşandığı ve şiirle bir nebze olsun refah bulunan hayat, şiirle de vedasını yapar. İkdam Gazetesi’nde Âdile Sultan’ın ölümünden duyulan üzüntü, “İzhâr-ı Matem” başlıklı mersiyeyle dile gelir:
Etmiş değil mi Âdile Sultan bugün vefât
Âlâm içinde kalsa revadır mükevvenât
Billah yok gönümde şu an neşve-i hayat
Duydum peyâm -ı rıhleti ben mâtem eyledim[5]
[1] “Adile Sultan”, TDV İslâm Ansiklopedisi.
[2] Şeyma Yüksel, ”Adile Sultan Divanı Sözlüğü”, Osmangazi Üniversitesi Yüksek lisans Tezi, 2018
[3] Ş. Yüksel, agt.
[4] Ferda Mazak, Sultan II.Mahmud’un Kızı Adile Sultan, Çamlıca Kültür ve Yardım Vakfı, 2000, s. 50,.
[5] Ferda Mazak, age.