(Necip Fazıl KISAKÜREK, Sur Dergisi, 171. Sayı, Haziran 1990)
İstanbul’da doğdum. 1905’te… Kökten, Maraşlıyım. (Aile şecerem) Mevlâna Bektut’a kadar gider. Kendisi şeyhülislâmdır. Büyükbabam Maraş’tan gelmedir. Abdülhamid devrinin adliye ricâlinden. Ermeniler tarafından Abdülhamid’e yapılan suikast hâdisesini muhakeme eden mahkemenin reisiydi.
ŞİİR SANATI
(Yeni neslin şiir anlayışı), beş duyu ile ifade edilen bir dünyadan ibaret. Yani, bu beş duyunun birleştiği ruh dediğimiz idrak merkezinin bu kadar iptal edildiği bir devir görülmemiştir. Neden böyle oldu? İşte bunun cevabı, benim bütün fikriyatımın ortaya konulmasını icap ettirir. Bu, tanzimattan sonraki gelişin, doğrudan doğruya bir nefis muhasebesi yapmadan Avrupalılaşma gayretinin ve şahsiyet kaybının bir neticesidir.
Poetik, yani şiir hikmeti, şiir sanatının temeli. Bu poetik yazıları, dünyada üç-bes mütefekkirin elindedir. Aristo’dan başlar, Paul Valery’ye kadar gelir. Türkiye’de şiir yok ki, poetik olsun. Poetiğini de yazan ilk şair benim. Şiir benim için, mutlak hakikati arama davasıdır. Ama polis nasıl üniformal olarak rap rap basarak arar, ilim de öyle arar. O da mutlak hakikati arar. Şiirse, hırsız gibi bacadan girerek arar. Mutlak hakikat da Allah olduğuna göre şiir, Allah’ı arama sanatıdır. Orada cemadatla (insanlar haricindeki mahlukat), nebatatla, hayvanla konuşulur. Deli midir şair?
(Şiirlerimde korku ve korkutucu semboller var: Hortlaklar, cinler, periler, karakediler…) Tabiî umacıdan korkan çocuğunki gibi bir korku değildir bu. Bu, metafizik bir tırmalama. Bir gaibi tırmalama hadisesi. Birtakım marazi insanların korkusu gibi bir ruh sakatlığı şeklinde değildir bendeki korku. Bu, ilâhî esrarın bir nevi aranması cehdidir. Sırası gelmişken anlatayım. Bir gün mütefekkir geçinen birisi: “Ben Allah’tan korkmam, Allah’ı severim!” dedi. Dedim ki, “Sen cahilsin. Sevilen her şeyden korkulur.” Sevgi bir korkudur.
FİKRİYATIM
Benim hakkımda yazılanlar, kendi eserlerimin belki de yüz misliydi. Fakat bu yazılardan bir dirhem cevher çıkaramazsınız. Anlayan, gören, takip eden, ölçebilen yok. Bizim en büyük problemimiz bir jandarmori (nizam) kuramayışımızdır. Bu, tanzimattan evvelki şairlerde mükemmel olarak vardı. Kendileri bizzat, hem kritiktiler hem şairdiler. Kültür piyedestalleri (temelleri) vardı. Ondan sonra her şey bozuldu.
Ben büluğ yaşımı Cumhuriyet’le beraber idrak etmiş vaziyetteyim. Binâenaleyh, beni Cumhuriyet devrine dâhil edebilirsiniz. 1839’dan beri, şapșal hâle getirilmiştir Türkiye. Mustafa Reşit Paşa var… Büyük Reşit Paşa denilen küçüğün de küçüğü adam ve hempası… Malum sadrazamlar. Ali Paşa, Fuat Paşa ve peşinden korkunç bir sahte kahraman olan Mithat Paşa… Bu, tabiî cemiyete, edebiyata, her şeye tesir ediyor. Çünkü Avrupalı artık o devirde hata etmez kabul ediliyor ve onun çalgılarıyla besteler uydurulmaya çalışılıyor. Mesela roman… Romanın kökü var bizde. Halk masallarında vesâirede. Ama roman, millî bir kisve giyemiyor. Rus romanı gibi mesela. Rus romanı, Garb romanını ezmiştir.
(Cahit Sıtkı’yı), sonradan çok büyüttüler. Bir şey buldular zahir benim bulamadığım. (Deniz Lisesi talebeliğimiz var) Nazım Hikmet’le birlikte. O benden iki devre önceydi. Yahya Kemal, edebiyat hocamızdı. O, eskinin, kubbede sönen kandil gibi çok maharetli bir habercisidir. Eski kıymetin, kaybolan kıymetin yani. Fakat kendisi nakıştan ve kremadan ibarettir. Aziz ekmek tarafı, muhtevası zayıftır. Metafizik muhtevası yani. Ben ondan edebî bir sey almadım. Ama sevdiğim birisidir. Çok iyi sezerdi kıymeti. Allah’tan rahmet dilerim, zira mümin insandı. Biraz hasede kaçardı. Mesela, çirkini görmekte mahirdi. İyiyi de belli etmek istemezdi. Bir gün, Suadiye’deki otele gittim. Kendisi mebustu. Beni yemeğe alıkoydu. O sırada benim bir şiirim kendi mecmuamda çıkmıştı. Ağaç mecmuasında. Yemeğe oturduğumuzda kendisi birdenbire bana şiirimi ezbere okuyuverdi. O, kremada, nakışta ileriydi. Şimdi nerde o nakış?
Hazırlayan: Senem DURAN