Tezhib sanatçısı olarak tanıdığımız Şifa TOPTAŞ meslekî kimliği dışında sizce kimdir, kendinizi kısaca tanımlar mısınız?
Mahmut ve Havva Toptaş çiftinin beş çocuğundan dördüncüsüyüm. 1981 yılında Sultanahmet’te dünyaya gözlerimi açtım.
Genel kültür düzeyi yüksek bir ailede büyüdüm. Annem üretken bir karakter, babam Mahmut Toptaş da entelektüel biridir. Böyle bir ailede yetiştiğim için ufku sınırsız görebilenlerden olduğumu düşünüyorum. Sınırlarımın sadece Allah’ın çizdiği kurallar dâhilinde olduğu öğretilince, insanların standartlarının ve önyargılarının dışında hareket edebilen bir zihin dünyasına sahibimdir. Denizde ufka bakarken “Biz iki denizin birleştiği yerden inci ve mercanı çıkarttık.” ayetini duymuş, iki çocuğuna “İnci” ve “Mercan” ismini koymuş, anne olmayı her şeyden çok sevmiş bir insanım. Çalışırken dingin, diğer zamanlarda hareketli atraksiyonlu bir yapıya bürünürüm. Extrem sporları, kalabalıkları, aileleri, arkadaşlıkları ve coşkuyu çok seven bir yapım vardır. Ben de sanatçı kimliğim dışındaki benleri ilk defa sizinle düşünmüş oldum.
Tezhib sanatını seçmenizde etkili olan bir kişi/olay/durum olmuş muydu? Bu alanda çalışmamış olsaydınız hangi alanı seçerdiniz?
Evet, babam vesile oldu diyebilirim. Bebekliğinden beri yetenekli olanlardanım sanırım. Babam da bu yeteneklerimi açmanın yollarını aramış ve benim bulmamı sağlamış, büyüyünce anladım. Okumayı kendi kendime ve çok küçük yaşta öğrenmiştim. Kelime dağarcığım da geniş olduğundan babam benimle kafiyeli konuşurdu, ben de kafiyeli cevaplar vermeye çalışırdım. Resim yaptırır, sonra o resimlere şiir yazdırırdı.
Onunla dolaşmaya çıktığımızda sergileri, müzeleri, sanatçı arkadaşlarını ziyaret ederdik. Resmini yaptığım eserlerin orijinallerini görmek benim için çok cezbediciydi. Işıl ışıl altınlar, renkler… “Ben bunun tam da kendisiyim.” derdim. Evde sanatla alakalı şu an bile kimsede bulunmayacak değerde kitaplar olurdu. Büyük şairlerin şiirlerinden okurdu. Türk sanatlarıyla alakalı kitapları açar, aynılarını çizmemi isterdi. Ben de çizerdim, onları biraz değiştirir, kendime göre uyarlar, istediğim gibi boyardım. Yaşıma göre de baya iyi çalışmalar. Onları saklıyorum hâlâ.
Çok sonralardan anladım meğer ben hep tezhib sanatının etrafında çizimler yapmışım. O zamanlar 3. veya 4. sınıftaydım. 14 yaşıma geldiğimde babam beni tezhib kursuna kaydettirmişti. Hayatımın en doğru şeyi olduğunu düşünüyorum. Yeniden başa dönsem yine aynı işi yapardım. Tezhib sanatını hiç tanıyamamış olsaydım ya arkeolog ya da antikacı olurdum. Eski şeylerin yaşanmışlıklarını hissetmek hoşuma gidiyor.
Bu yolculuğun detaylarını bizimle paylaşır mısınız?
Birlik Vakfı’nda Serap Bostancı hocamla tanışmak bence mizacım için harika bir başlangıç olmuştu. Serap hocamın rahat kişiliği, özgür bırakışları, tabir yerindeyse tezhib sanatına balıklama dalmama sebep olmuştu. Ödevler için zorunluluk vermez, bize bırakırdı. Bu da bende daha çok çalışma hissi uyandırırdı. Ve en çok aklımda kalan sözü “Büyüklerimiz güzel ve sanat eseri ayarının göz olduğunu söylemişlerdi.” derdi. Bu mekânda Serap hanımın beş yıl boyunca derslerine iştirak ettim, yeni başlayan öğrencilere anlattıklarını tekrar tekrar dinledim. Ne kadar çok dinleyip ne kadar çok çalışırsam o kadar ilerleyeceğimi düşünüyordum. Hem ürettim, hem dinledim. İki sergi açtık bu zaman zarfında. Serap hocam bir müddet eğitime ara vermişti o arada İl Halk Kütüphanesi’nde Arzu Uzunosman hocadan tekrar baştan başladım. Daha sonra Serap hocam Hekimoğlu Ali Paşa Kütüphanesi’nde ihtisas derslerini açınca oraya başladım. Yine hocamın yönlendirmesiyle Kültür Bakanlığı Topkapı Sarayı Geleneksel Türk Süsleme Sanatları Kursları’na devam ettim. Burada Semih İrteş ve Mamure Öz hocalarımın öğrencisi olmuş oldum. İki yıl boyunca Topkapı Sarayı’na ve Hekimoğlu Ali Paşa Kütüphanesi’ne devam ettim. Mezun olduktan sonra bu kez Hekimoğlu Ali Paşa Kütüphanesi’nde Orhan Dağlı hocamın minyatür ve çiçek ressamlığı derslerine başladım. Orhan hocamın sanat görüşü ve tezhib sanatına bakış açısı, klasiği kullanma şekli ufkumu farklı şekillerde açtı, ama bir de kurallarımız vardı.
2001 yılında Hüseyin Kutlu hocanın unutulmaz “Gül Sergisi” ve büyük icazet merasimi ile ben de çiçek ressamlığı icazetimi aldım. Oradan ayrıldıktan sonra İsmek atölyede çalışmaya başladım.
Aynı zamanda Yıldız Şale köşkünde de Cahide Keskiner ve Birsen Koç hocalarla 15. yüzyıl ihtisas dersleri aldım. 2003 yılında İsmek atölyesine bu süreçte girdim yaklaşık olarak burada da üç yıl hizmet verdim. Eğitim sürecim böylece şekillendi. Eğitimci olarak değil sanatkâr olarak… İsmek’te yaptığım çalışmalar devletin önemli yetkililerine Başbakanlara, Cumhurbaşkanlarına ya da yurt dışından gelen başkanlara hediye amaçlı idi, satış amaçlı değildi. 2005 yılına geldiğimizde ben de ders vermeye başladım.
Ailenizin size kazandırdığı veya ondan örnek alarak yaşamınızın her anında etkisini hissettiğiniz bir davranış, alışkanlık var mıydı? Var ise bizlere biraz bahseder misiniz?
Babam hep “Allah var keder yok.” der. Aslında bunu demese bile öyle yaşamayı öğretti. Ailemiz de yetişen hiç kimsede genelde stres, hırs, kin, yoktu. Yapılanları da hoşgörü ile karşılayabiliyorsunuz. Ben bu durumu seviyorum. Hep mutlu kalabiliyorsunuz.
İki evlat annesi olarak çocuk yetiştirme hususunda karşılaştığınız bereketler ve yaşadığınız zorluklar nelerdir?
Aslında baktığınız tarafla alakalı. İnsanlar sürekli, büyüdükçe işlerin zorlaştığını empoze ediyorlar ama elhamdülillah benim için kolaylaştı. Hayatım onların bereketiyle dolu. Hiç tahmin etmediğiniz yerden kapılar açılıveriyor. Biraz bırakmak lazım, çünkü Allah var keder yok. Zorluklar, hayatın cilveleri çok fazla, şükürler olsun hepsinin üstesinden gelecek aklımız, azalarımız ve uzuvlarımız var. Zorlu yanlara odaklanıp muhteşem geçen her saniyeyi göz ardı etmemek, o anların farkında olmak lazım.
Anne olmak üretkenliğinizi nasıl etkiledi?
Olumsuz diyesim gelmedi ama uzun bir müddet çalışmadım. Çünkü elinizde öyle bir şey var ki gözlerinin ardından cenneti izliyorsunuz. Bu saniyeleri bu zamanları kaçırmak istemiyorsunuz. Sanatımın bana kattığı şeylerin bin mislini buluyorsunuz. O yüzden ara verdim üç yıl kadar. Tabi bu aranın farklı sebepleri de vardı ama asla bırakmam dediğim sanatımın boşluğunu misliyle dolduracak iki yavrum vardı, onlarla zevkle haşir neşir oldum.
Tezhib sanatının sabır, incelik ve hassasiyet gerektiren bir sanat olduğunu biliyoruz. Ayrıca sanatın insana nezaket ve zarafet kattığı gerçeğini de düşündüğümüzde sanatın kişilik oluşumundaki etkilerini nasıl yorumlarsınız?
Nezaket ve zarafet kişinin bir noktada aileden yetişmesi ile alakalı olabiliyor. Eğitimli, eğitimsiz, köylü ya da şehirli olmak gibi bir tanımın içinde değil de görgülü olmakla alakalıdır. Tezhib sanatı kaba bir insana nezaket katamaz. Bunu ancak hayatının her noktasını gelişmeye devam etmek olarak bakan insanlar yapabilir. Sonradan görmeyi doğru yaşamak olarak isimlendiriyorum. Aileden öğrenmemiştir ama nezaketli yaşamı öğrenmiştir. Sanatı tanımamıştır ama kendine katmıştır. Kendini, kendi büyütür gibi yaşayan insanlar var. Ben onlara hayranım. Sanat dersi herkese verilebilir. Herkes öğrenebilir ama sanatçılık içgüdüseldir. Yaratıcılık gerekir. Eğitim sürecinde sabırsız olanlar, kendini denemiş olanlar ve çabuk kazanma hırsı olanlar baştan elenir. Kalanlar sanatçı olarak ömür sürseler de, hobi olarak katılsalar da onlara huzur, dinginlik ve sabır verir.
Altınla yapılan süslemeler anlamına gelen “Tezhib” sanatının sizin ruhunuzdaki karşılığı nedir?
Asalettir. Tezhib sanatı soyutun en geliştirilmiş halidir. Tezhibte tüm doğa kâğıda uyum içinde farklılaştırılıp üsluplandırılarak çizilmiştir. Altın vazgeçilmezi, işçilik gerekliliği, tasarımı ise onu sanat eserliğine götürecek niteliğidir. Zira iyi işçiliğe ya da altına herkes ulaşabilir. Tasarım sınırsızlığı, yaratıcılık, üretkenlik Allah’ın verdiği hususi bir özellik…
Altın ile kadın arasında özel bir bağ vardır. Bu bağlamda bakacak olursak tezhib sanatı ile kadınların arasında derin bir bağ olduğunu söyleyebilir miyiz?
Işıltılı şeyler her zaman kadınları cezbeder. Lakin Osmanlı dönemine bakacak olursak tezhib sanatı daha çok erkeklerin uğraşısı olmuştur. Antik AŞ’de eski eserlerden oluşan bir hilye sergisi gezmiştim. İlk defa orada kadın imzası görmüş ve şaşırmıştım. Yoksa günümüzde tezhib sanatıyla daha çok kadınlar uğraşıyor.
1995 yılından bugüne tezhib ile uğraşıyorsunuz. Sizce çıraklıktan ustalığa geçişin evreleri nelerdir? Sizin izinden gittiğiniz ustalar kimlerdir?
Her yüzyılın kendine has değerli ustalarının hikâyelerini hep dinledik. 16. yüzyıl duayeni Kara Memi gibi olabilmek aşılandı ama dedim ya başladığım zaman yaşım küçüktü. Şöyle düşünürdüm, “Zaten bu sanatçılar belli bir yere getirmişler sanatı, ben niye onlar gibi olmaya çabalayayım ki… Daha iyisi olmalıyım yoksa bu sanat hep geride kalır.” 16. yüzyıldaki ustayı taklit edersek 21. yüzyıla gelemeyiz.
Tam on iki yıl sahasında en uzman kimi biliyorsam gidip dizlerinin dibinde öğrettiklerini hatmettim. Ciddi manada çok çalıştım. Çok eser ürettim. Hocalarımın da izniyle 2005 yılından bu yana bildiklerimi öğretmeye devam ediyorum. Şimdilerde Balat’ta açtığım Şifa Sanat’ta İslâmi ilimlerin ve sanatların birçoğuna ev sahipliği yapıyorum.
Tezhib sanatında farklı üsluplar bulunuyor mu? Sizin benimsediğiniz bir üslup var mıdır? Bizlere kısaca bahseder misiniz?
Çağın modası gibi düşünebilirsiniz. Sarayların nakış haneleri muazzamdır. Her dönemin sultanı, gerek fetihlerle gerek isteyerek farklı ülkelerin sanatçılarını nakış haneye getirmişler. Ve her biri de kendi ekolünü oluşturmuş. Her yüzyılın gelişimi de içine katılan üsluplarda birbirinden güzel ve uyumludur. Şimdi de böyle bakmak lazım. Bazıları klasiği bozmamak lazım deyip taklitle eğitim ya da üretim yapıyor. Bu bakış açısı çok yanlıştır. Bilakis bu döneme de damgayı vurmak lazım.
Tezhib sanatında yeni formlar denenebiliyor. Sizin bu yönde çalışmalarınız oldu mu, nasıl karşılıyorsunuz?
Yeni bir şey deneyen herkesi takdir ediyorum. Yapılanlar çalışmalar gözüme çok çirkin gelse bile asla eleştirmem. Zaten yeterince “Sen kim oluyorsun da bu sanatı bozmaya kalkıyorsun?” diyecek bir yığın insan var.
Eğer 16. yüzyıl ustalarından Kara Memi, “Ya zaten ecdadımız yapılması gerekeni yapmış en güzel şekliyle ben de onu yapayım, ben kim oluyorum?” deseydi onun eserlerini yeniliklerini göremezdik. Aynı mantık… Bugünün yenilikçileri olmazsa, bu devir yokmuş gibi olur. Ben klasiği severim ama farklı denemeleri daha da çok severim. Başarılı olduğumu düşünüyorum bu konuda. Çok sıra dışı bir projem var. İnşallah uygun ya da benim için hayırlı olacak olan bir zamanda yapmayı planlıyorum. Pek bi ses getirecek!
Hattın müzehhibi aşka getiren, sürükleyen bir yönü olduğu söylenir. Tezhib ile hat arasındaki ilişki çalışmalarınızı nasıl etkiliyor?
Her yazının size geçen bir enerjisi vardır. Ben bunun yazının güzelliğiyle alakalı olduğunu sanmıyorum. Çünkü yazan kişinin, yazının içeriğinin ve kime yaptığınızın bir önemi var.
Desen çizerken yazı hep karşımda duruyor ve transa geçiyorum. Etrafımda top patlasa duymam. Ve benim için en önemli kısımdır desen çizmek, sadece çizsem. Boyama kısmı işin bildiğiniz kısmı hemen bitsin isterim. Çok ilginçtir ki bütün sanatçı arkadaşlarımdan şu lafı işitirim, “Eserlerim çocuklarım gibidir, onları kimseye vermek istemem.” Benim için tam tersi haldedir. Eser bittiğinde o artık başkasının olsun isterim. Çünkü benim için çoktan eskimiştir ve yenisini çizmeliyim. Bu yüzden de 20 yıllık sanat hayatımda kullandığım herhangi bir deseni ikinci kez kullanmadım.
Tezhib çalışırken nasıl bir ortama ihtiyaç duyuyorsunuz?
Benim için yer önemli değil. İnsanın kafasında boğazın yelleri essin, gönlü şırıl şırıl olsun, zihni özgür olsun yeter. Âşık Veysel “Uzun ince bir yoldayım!” türküsünü yazdığında Zeki Müren’in çok hoşuna gider. Onu İstanbul’a davet eder, ağırlar, en güzel mekânlarda manzaralı bir de oda ayarlar. “Benim için de bir şarkı yaz.” der. Âşık Veysel düşünür, uğraşır, yazamaz ve cevaben “Yav köyümde aklıma her şey geliyordu ammaa burada olmadı.” der.
Pek çok eseriniz bulunmakta, her birinin nezdinizde anlamlı bir hikâyesi elbette vardır. Bir eserinizin öyküsünü bizimle paylaşır mısınız?
Yıllar önce babama, yayınevimizin, Cantaş Yayınları’nın logosunun anlamını sormuştum. Babam da Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) eline bir dal alıp kumun üzerine resmederek anlattığı hadisi misal olarak vermişti. Yani logo, babamın mezkûr hadis-i şeriften anladığının logoya uyarlanmış haliydi. Çok ilgimi çekmişti, yıllar sonra tezhib sanatına başlayınca aklımda, hayalimde hep bunu resmetmek vardı. O ara bir ebrucu arkadaşımın sergisi vardı, ebrusu için tezhib yapıp yapamayacağımı sordu. Kırmadım, ebru elime geçince direkt olarak aklıma bu hadis geldi.
Hadisin metni şöyledir. Ve dahi bu hadis-i nebevî tûl-i emel, Abdullah İbn-i Mesud (Radıyallahu Anh) hadisi olarak da bilinir. Şöyle dediği rivâyet olunmuştur: “Bir kere Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) (toprak ve kum üzerine değnekle zâviyeleri müsâvî) bir murabbâ resmetti, sonra, (mebdei) murabbâın ortasında olarak murabbâ hâricine uzanan bir hat resmeyledi. Sonra bu hattın ortasından itibaren bu ortadaki hatta istinâd eden birtakım küçük hatlar resmetti. Sonra Resûl-i Ekrem (bu resimleri tarîf ederek:) Şu (murabbâın ortasındaki uzun) hat insandır. Şu (murabbâ) da ecelidir, her tarafından onu ihata etmiştir. Şu murabbâ dışında uzanan hat da insanın emelidir. Şu ufak çizgiler de insana ârız olan afetler ve musibetlerdir. İmdi insana şu afet (oku) şaşırır (da dokunmazsa), öbür afet oku isabet eder. O da şaşırırsa en sonu ecel (denilen mevt-i tabiî) yakalar.”
Ebru kumlu ebruydu ve kare çıkmıştı, kademe kademe renkler beni bu hadisi resmetmeye yönlendirdi. Yani her an içinizden ne geleceği belli olmuyor bu sebeple bilgi sahibi olmak ayetten hadisten, işlerinizde şuur açıyor.
Tezhib merakı olan ve kendini geliştirmek isteyen okurlarımız için devam etmekte olan çalışmalarınızdan bizlere kısaca bahseder misiniz?
Daha önceden Sultanahmet’te ve Çengelköy’de bulunan atölyemi şimdi Balat’a taşıdım. Buraya gelip tezhib derslerine yüz yüze katılabilirler. Ayrıca YouTube kanalımı da takip edebilirler. Birinci bölümden itibaren tüm detayları ile bu sanatı anlatmaktayım. YouTube kanalını uzak diyarda olup bu sanata ulaşamayanlar için tasarlamıştım. Sonrasında çevrimiçi olarak birebir derslere başladık. Yaklaşık beş yıldır YouTube ve telefon üzerinden çevrimiçi tezhib derslerini devam ettiriyorum. Merakı olan arkadaşlar bunlara da katılabilirler.
Bir anne ve eğitmen olarak gençlere neler tavsiye edersiniz?
Doğru yoldan ayrılmasınlar. Gençliğin tümü geçmiş sanatla ilgilenmesin, biraz da ellerindeki telefon ve tabletlerle geleceğe doğru yoldan ne katabileceklerine baksınlar. Osmanlı’da sanat sanat için yapılmıyordu; insanlığa bir şeyleri aktarırken bunu en güzel şekliyle sanatla yapıyorlardı. Kitaplar, çeşmeler, medreseler, camiler ve daha neler neler… Üzerlerine en güzel şekilde yapılan hat yazısı bizim gibi tek tipine bakılmak için değildi, orada o an hatırlaması gereken ayet ya da hadisi okumaları içindi. Gençler de gelecek için kurguladıkları yolda bildikleriyle en güzel ameli yapsınlar. Her sanat dalını, her sporu yapamayız. Bazen sanat dalları ile ilgilenmek başkalarının işi ya da çocuklara dayatılması gereken bir konu gibi algılanıyor, özellikle son zamanlarda. Aileler kurslar ile çok yükleniyor. Siz ilgiliyseniz, çocuklarınız da merak eder ve kendileri için iyi olanı rahatlıkla seçer. Bence haberdar olmak sonra ruhumuza yatkın gibi görünen şeyleri denemek yeterli olacaktır. Belki sanatkâr olan sizsiniz, belki bir koleksiyonersiniz, kendinize fırsat verin. Çünkü hayattan keyif alarak yaşamak lazım…
KISA SORULAR
En çok kullandığınız motif nedir?
Rumi motifi
En çok hangi mevsim sizin ruhunuza hitap ediyor?
Yaz mevsimi
Size mutlu ve huzurlu anları hatırlatan bir koku?
Karpuz ve denizin kokusu
Kendinize sürekli hatırlattığınız bir ayet?
“Müminler her sözü duyarlar, en güzeline uyarlar.”
Kullanmayı en çok sevdiğiniz renk?
Beyaz
