Günün henüz aydığı vakitlerde nadide, kadim, suskun ama bir o kadar da sesi gür, ihtişamlı bir mabedin, “Ayasofya Camii’nin” huzuruna ilk defa çıkmak için yola koyuldum. Üç basamaklı yıllardan, asırlar devirerek günümüze ulaşmış, görmüş geçirmiş bir mabedin ruhuyla buluşacak olmanın heyecanı yol boyunca bana eşlik etti.
İki çiçeğin bir karış toprakta can bulduğu, Ayasofya-Sultanahmet meydanına gelmiş olduğumu çevredeki insanların ellerini güneşe siper ederek sağa sola bakma çabalarından anlıyorum. Yıllanmış bir huzur bedenimi çevrelerken gözlerim büyük bir huşuyla ellerini birbirine kavuşturmuş, dua eden insanları yakalıyor. Cami-i Kebire giden yolda büyüklü küçüklü yemyeşil ağaçlar görüyorum. Başlarında pembe, beyaz, kırmızı duvaklar… Ağaçların gölgelerinde nazlı bir sevgiliyi süzer gibi Ayasofya’yı seyreden insanlar Allah’tan rahmet diliyorlar. Boyası yıpranmış demir korkulukların ardında Yaratıcının boyasıyla boyanmış sarı laleler karşılıyor ziyaretçileri. Yeşillere bezenmiş bir meydanın iki ucunda eskimeyen, kaybolmayan kutsal öğretiyi öğütleyen iki kadim nasihatçi… Bir yanda Ayasofya Camii, bir yanda Sultanahmet Camii…
YÜCE MABEDİN SERÜVENİ
Ayasofya, Doğu Roma İmparatorluğu boyunca hükümdarların taç giydiği, başkentin en büyük kilisesi olarak katedral işlevi gördü. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten sonra Ayasofya’nın ismini değiştirmeden kılıç hakkı gereği katedrali, camiye çevirdi. Mabetteki insan figürleri namaz ibadetinin sıhhatine engel teşkil ettiği için sıvayla kaplandı ve kapatılan bölümlere İslâmî motifler yerleştirildi. Kubbede, İsa’yı (Aleyhisselam) resmettiği düşünülen görsel ise altın mozaikle kaplandı. Cumhuriyet’in ilanından sonra 1934 yılında müzeye çevrilen Ayasofya, bugün yeniden cami olmanın hürriyetini yaşıyor.
CAMİ-İ KEBİR’E GİRERKEN
Ayasofya Camii’nin kapısına doğru yürüyorum. Kapıdan girince hemen sağ tarafta küçük kubbemsi bir yapıyla karşılaşıyorum. Üç adet demirli pencerenin sol duvarında küçük bir giriş kapısı bulunuyor. Bu yapılara “Muvakkithane” adı veriliyor.
Osmanlı döneminde Ramazan imsakiyeleri, namaz vakitleri muvakkithanelerde belirleniyordu. Vakit ve takvim çalışmalarının yapıldığı muvakkithaneler genellikle tek göz oda şeklinde yahut iki katlı oluyordu. Birtakım astronomi çalışmaları ve hava gözlemleri muvakkithaneler bünyesinde yapılıyordu. Vakit hesaplamaları yapan görevlilere ise “Muvakkit” ismi verilirdi. Bu muhteşem yapıyı görünce aklıma Fuzuli’nin o güzel beyti geliyor:
“Şeb-i Yelda’yı müneccimle muvakkit ne bilir?
Müptela-i gama sor kim geceler kaç saat?”
“En uzun geceyi müneccimle muvakkit ne bilir? Onun kaç saat sürdüğünü gam çekenlere sor…”
Daha sonra muvakkithanenin sağında, narin bir gelin gibi duran ince yaldızlı işlemeleriyle dikkat çeken şadırvana çeviriyorum yönümü. Cami-i Kebir, Osmanlı döneminde şehrin en kalabalık camilerinden biriydi. Birçok padişah ve devlet adamı ebedî âleme intikal ettiklerinde cenazelerinin Ayasofya Camii’nden kaldırılmasını vasiyet etmiştir. Özellikle cuma namazlarında dolup taşan caminin yalnızca bir şadırvanı yok elbette. Şadırvanın ardında namaza hazırlık yapmak için sıralanmış çeşmeler yer alıyor.
Gözlerimi hızlıca bir kez daha şadırvanda ve muvakkithanede gezdirdikten sonra usulca içeriye yöneliyorum. Caminin bu kısmı, kalabalık namazlarda insanların daha rahat ibadet edebilmeleri için dışarıya açılan ibadet yerlerinden biri… Biraz ilerledikten sonra hemen sağ tarafımda kalan içe oyulmuş mihrap dikkatimi çekiyor. Bu mihrap kalabalık namazlarda insanların dışarıda ibadete hazırlanırken kıbleyi şaşırmamaları adına dikkate değer bir estetikle oyulmuş. İnce ruhlu mimarlara ve bu emaneti bize bırakan o gönül adamlarına bir kez daha minnet duyuyorum.
Kalabalık bir grupla birlikte “İmparator Kapısı” denilen giriş kapısına yöneliyorken mekânının duvarlarına dikkat kesiliyorum. Her ne kadar Hristiyan kültürünün eserleri tuğla eksenli olsa da Romalılar yapıyı daha zengin göstermek adına duvarları mermer taşlarla kaplamışlar. Bu karar isabetli görünüyor. Öyle ki 532-537 yılları arasında I. Justinianus tarafından yaptırılan bu görkemli mabedin duvarlarının mermer taşlarla kaplanmış olması ziyaretçilerin ilk etapta dikkatini çeken noktalardan biri oluyor. Ellerimi mermer taşların üzerinde usulca gezdiriyorum. Kutsal bir kitabın kapağını kaldırmış gibi bir heyecan ve idrak arzusu geçiyor ellerimin üzerinden.
İMPARATOR KAPISINDAN İÇERİ…
Mermer kaplı duvarları geride bırakarak “İmparator Kapısı”na yürüyorum. İki yana açılmış bu heybetli kapıya neden “İmparator Kapısı” dendiği ise oldukça dikkat çekici. Henüz İstanbul’un kutlu bir fetihle canlanmadığı dönemde Roma İmparatoru her pazar ayine gelirken bu kapının eşiğine secde eder, eşiği öper muhafızların arasından içeri girermiş. İmparator Kapısı denmesi İmparatorun bu istikrarlı ziyaretlerinden ileri geliyor. Bu hikâyeyi zikrederken muhafızların ayak izlerinden bahsetmemek haksızlık olur. İmparator Kapısının eşiğinin her iki ucunda da ayak izleri bulunuyor. Bu ayak izleri liyakatli muhafızların gün boyu ulu mabedin kapısında beklemelerinin bir sonucu… Kapıdan girerken biraz dikkatli bakılırsa ayak izlerini hâlâ görmek mümkün.
Kapıdan içeriye girerken başımı kaldırıp şöyle bir bakıyorum. Ayasofya Camii’nin göz bebekleri olarak nitelendirdiğim hat levhaları gönül odalarıma kuruluveriyor. Hat levhaların çapı yaklaşık sekiz metreyi buluyor. Levhalar, 1934 yılında, Ayasofya Camii’nin müzeye çevrilmesi esnasında çıkarılmak istense de çaplarının genişliği sebebiyle başarılı olunamıyor.
Padişah Abdülmecit zamanında cami onarımları sırasında hattat Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılan bu dev levhalarda sırasıyla Allah Teâlâ’nın Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), dört halifenin ve Peygamberimizin sevgili torunları Hasan ve Hüseyin’in (Radıyallahu Anh) isimleri yer alıyor. Klasik bir tarzda yazılmış dev hatların titizliği Mustafa İzzet Efendi’nin sanatına hayran bırakıyor.
Alabildiğine geniş, büyük çaplı kubbede fresk ve melek tasvirleri ilk göze çarpanlar arasında yerini alıyor. Bu noktada Hristiyanlık için kutsal sayılan emanetlerin herhangi bir zarara uğratılmadan yalnızca ibadet esnasında karartıldığını söylemekte fayda görüyorum. “Barış” anlamına gelen yüce İslâm’ın mensuplarının, diğer dinlerde yeri olan ve kutsal kabul edilen eserlere zarar vermesi düşünülemez.
BİR İBADETHANEDEN FAZLASI
Caminin girişinden biraz ilerledikten sonra solda, zeminden bir iki basamak yüksek, çevrelenmiş alan Osmanlı döneminde ilim halkalarının oturup ilim devşirdiği mekânlardan biridir. İlim meclislerinin müdavimleri, özellikle cuma günü ve mübarek gecelerde camiye gelir ve ulemadan ilim talep eder, caminin talebeleri olurlardı. Bu durum camilerin yalnızca bir ibadethane değil aynı zamanda bir mektep bir sığınak bir hane olduğuna dair en güzel örneklerdendir. Bu bağlamda Ayasofya Camii içerisinde, “Sultan I. Mahmut’un Kütüphanesi” de bu durumu örnekliyor.
İki payanda arasına inşa edilmiş, Türk İslâm sanatının ilgi çekici eserlerinden I. Mahmut’un Kütüphanesi, hanımların ibadet bölmesinin hemen önünde yer alıyor. 1739 yılında Sultan I. Mahmut tarafından kubbe tarafına bitişik yapılmış olan kütüphane; okuma salonu, Hazine-i Kütüb (Kitapların muhafaza edildiği oda) ve bu iki bölümün arasındaki koridordan oluşuyor. Sultan I. Mahmut’un vakfettiği çok sayıda yazma ve basma esere sahip olan kütüphane, kütüphanenin Hafız-ı Kütüb’ü İbrahim Efendi ve Halil Hilmi Efendi gibi bazı şahsiyetlerin bağışlarıyla da âdeta bir ilim yuvası hâline gelmiştir. Ancak yıllar geçtikçe I. Mahmut Kütüphanesi’nin ağır hasarlar almasıyla el yazma ve basma eserler ihtiyari olarak Süleymaniye Kütüphanesine nakledilmiş, 1956 yılında ise I. Mahmut Kütüphanesi tamamen boşaltılmış ve terk edilmiştir.
Ulemanın içinden hoşsohbet bir hoca edasında ayakta duran kütüphanenin önünde talebe misali duaya diz çöküyorum, dilim Memduh Cumhur’un dizeleriyle ıslanıyor:
“Ebedîleşen fetih mucizesinde, her nazarda;
Ezelî Muhammedî hikmeti aşikâr görürsün,
Dede’nin ferah fezasıyla kanatlanan cihanda;
Ayasofya’dan ezan sesleri yükselince hürsün.”
Dilimden dökülen şiir, mübarek kubbenin duvarlarına çarpıp Arş-ı Âlâya yükseliyor. Hassas bir duyuşla gözlerimi gök kubbeye çeviriyor ve söylüyorum: Müjdeler olsun bizler artık hürüz. Ayasofya Camii hür…
Müjdeler olsun ulu cami sen ne azizsin, sahibin ne Aziz!