Daha çok ilahileriyle tanınan ancak hem akademik hem sanatsal hem de sosyal yönü olan Prof. Dr. Mehmet Emin Ay sizce kimdir, kısaca tanıtır mısınız?
1963 Van doğumluyum. İlk ve orta öğrenimimi burada tamamladım. 1984 yılında Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden dereceyle mezun olduktan aynı yıl Din Eğitimi Anabilim Dalı araştırma görevlisi olarak atandım.
1986 yılında “Çocuklara Allah’a İman Öğretimi” adlı tezle yüksek lisansımı; 1992 yılında ise Din Eğitimi ve Öğretiminde Mükâfat ve Ceza konulu doktora tezimi tamamladım. 1993-1994 yılları arasında B.U.Ü. Araştırma Fonu ile Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ortaklaşa desteklenen, “Diyanet İşleri Başkanlığı’na Bağlı Bölge Yatılı Kur’an Kurslarının Problemleri ve Beklentileri” adlı araştırma projesini yürüterek başarıyla tamamladım. 16 Ekim 1995’te doçent unvanını aldım. Akademik çalışmalarım yanında bilimsel amaçla 1992 yılında gittiğim Özbekistan ve Kazakistan seyahatinde Semerkand, Taşkent, Buhara ve Yesi illerindeki din eğitimi kurumlarında incelemelerde bulundum. Yine 1994- 2005 yılları arasında Almanya, Avusturya, Belçika, Hollanda ve İsviçre’de Türk işçilerinin ve üçüncü kuşak neslin din eğitimiyle ilgili konferanslar vermek üzere üniversitem tarafından birkaç kez görevlendirildim.
Şubat 2001 tarihinde din eğitimi alanında profesörlüğe yükseltildim. Hâlen aynı fakültede Din Eğitimi Anabilim Dalı başkanı ve öğretim üyesi olarak görevime devam etmekteyim. “Aile içi İletişim”, “Ailede İdeal Din Eğitimi”, “Çocuklarımıza Allah’ı Nasıl Anlatalım?”, “Kur’an’da Gençler ve Gençlik Değerleri”, “Şefkat Peygamberi Hz. Muhammed” konulu konferanslar vermekteyim.
Mütebessim bir çehreniz, şefkat dolu bir ses tonunuz var. Bu karakterinizde ailenizin etki[1]si var mı, nasıl bir aile ortamda büyüdünüz?
Ses tonumun merhum babamdan tevarüs etmiş olduğum Allah vergisi bir durum olduğunu düşünüyorum. Eğer çehrem mütebessim olarak yansıyor ise bunda da yine ailemin etkisinin olduğunu söyleyebilirim. Merhum annem ve babamın şefkat dolu terbiyelerinin, kıymetli ablalarımın hep ilgi ve sevgilerine muhatap oluşumun bu konuda önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Çünkü karakterin üçte ikilik bölü[1]mü ilk çocukluk yıllarında ailede oluşur. Ayrıca karakterin hem simaya hem de sadaya yansıdığı kanaatindeyim.
Sesinizin güzel olduğunu ve bu yönde bir şeyler yapabileceğinizi ilk ne zaman fark ettiniz, müziğe karşı ilginiz nasıl oluştu? Sizi bu alana yönlendiren birileri olmuş muydu?
Küçük yaşta evimizin bal[1]konundan ezan okuduğumu ve komşularımızdan takdir aldığımı hatırlıyorum. İlkokul yıllarında müsamerelerde eser seslendirme görevi verildiğini de… Güzel sesiyle Kur’an kıraati ve yöremize ait kasideleri başarılı bir şekilde icra eden merhum babamın okuyuşlarının önemini; bana küçük yaşlarda dinlettiği Kahire ve Şam radyolarındaki Kur’an ve musiki kayıtlarını benim için önemli bir temel olarak kabul edebiliriz. Ama müziğe asıl yönelişim, Van İmam-Hatip Lisesi meslek dersleri hocamız Muzaffer Yıldız’ın kurduğu ilâhi korosunda bana solist olarak görev vermesi ve beni özel olarak teşvik etmesiyle gerçekleştiğini söyleyebilirim. Burada yine üniversite yıllarında Erzurum’da kendisinden Kur’an kıraati ve makamlar konusunda istifade ettiğim muhterem Fatih Çollak hocamızı da mutlaka zikretmeliyim.
Eğitim alanında uzmanlaşmış biri olarak aynı zamanda müziğe yönelmenizde müziğin insanın ruh ve karakter eğitiminde etkisi olduğunu düşünmenizin katkısı var mı?
Doğrusu, fakültemi bitirdiğimde din eğitimi alanını seçmeden önce de müzikle bağım söz konusuydu. Ancak akademik çalışmalar sürecinde müziğin insan eğitiminde farklı yönleriyle önemli rolünün olduğunu daha iyi anlama imkânına kavuşmuş oldum. Aslında musiki ile ruh hastalıklarını tedavi eden atalarımızın derin tecrübe ve bilgi birikimine sahip bir tarihimiz var. Ancak yeterince vukufiyetimiz olmayan bu alanda onlardan faydalanma hususunda çok geç kalmışız. Neyse ki son yıllarda akademik anlamda ortaya konan değerli çalışmalar sayesinde artık “müzik-terapi” kavramına aşina olduk diyebiliriz. Şahsen musikinin insan üzerinde çok önemli etkisinin olduğuna inanan ve mutlaka bu etkiyi olumlu yönde kullanabilme yollarının araştırılması gerektiği kanaatinde olan biriyim.
Gerek yurt içinde gerek yurt dışında birçok farklı yerde bulunarak farklı kültürleri, çeşitli milletleri tanıdınız. Sizce insanoğlunun ortak paydası nedir?
Bu soruya cevap vermek zor olsa gerek. Çünkü Psikoloji bilimi, insanı “dinamik bir varlık” olarak tanımlar. Bu tanım, insanın sürekli bir dinamizm taşıdığını ortaya koyar. İnsan ruhsal ve bedensel olarak sürekli bir canlılık hâlindedir. Uyurken bile beynimizle beraber vücut organlarımızın çalışması devam ediyorken insanı stabil bir varlık olarak düşünmek mümkün olmayacaktır. İşte buradan hareket ederek farklı kültür ve milletlerin ortak paydasını tespit etmeye yönelik çabalar sanırım sonuçsuz kalacaktır. Ben, yeryüzünde yaşayan insanlar üzerinde gözlemler yaparak ortak paydalar çıkarmanın isabetli olmayacağı kanaatindeyim. Sevgili Peygamberimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir hadisinde çok önemli bir bilgiye ulaşıyoruz. O da “İnsanlar madenler gibidir…” ifadesinde mündemiç olan son derece derin ve anlamlı bir bilgi. Bu hadisle bize telkin edilen, kültürler ve milletler bazında değil insan olma bakımından her insanın, farklı madenler gibi “cevher” taşıdığını kabullenmektir. Her milletin iyisi ve kötüsü olduğu gibi bazı kültürlerin ve milletlerin de belki ancak kısıtlı alanlarda ve özelliklerde ortak paydası olabilir. Ama insanoğlunun ortak paydasının ne olabileceği hususunda bir fikrim yok.
Üniversite, kişiliğin oluşumunu ne ölçüde etkiler ya da etkilemeli? Üniversiteli bir bireyin eğitim sürecinden nasıl bir beklentisi olmalı?
Bu sorunuza merhum Ali Fuat Başgil’in önemli bir tespitiyle cevap vermek istiyorum. Gençlerle Başbaşa adlı eserinde gençlik çağını, “insanoğlunun en plastik dönemi” olarak niteler. Çünkü bu çağda, karakterin âdeta bir plastik hamuru gibi her türlü şekli almaya müsait olduğunu söyler. Eğitimle ilgili eserlerde çocukluk yılları karakterin şekillenmeye başladığı yıllar olarak kabul edilmesine rağmen bu şekillenme çocuklukta takliden olurken gençlik yıllarında bilerek ve isteyerek yani benimseyerek olduğu için daha kalıcı izler bırakmaktadır. Üniversite öğrenimi dönemine rastlayan bu devrenin kadrini her bir genç arkadaşımızın bilmesi elzemdir. Çünkü zamanın önemini kavramak, zamanı başarıyla yönetebilmek, randevusuna sadakat göstermek, verdiği sözde durmak, sorumluluk bilinci taşımak vb. hususlarda özen göstermesinin ve kişiliğinin şekillenmesi adına bu dönemin, onun için “son fırsat” olduğunun farkında olmalıdır.
“Ölmeden önce ölünüz.” şeklindeki hikmetli sözü nasıl anlamalıyız?
Bazı sözler vardır ki gerçekten derin manalar taşırlar ve bir ayet[1]le ya da bir hadisle mutlaka bağlantıları vardır. Hatta bu gibi sözler insanların gönlünde ve dilinde öylesine kendine yer bulur ve tekrarlana gelir ki o “kavl-i hikemî” bir süre sonra Hadis-i Şerif olarak görülmeye ve anılmaya başlar. İşte bu söz de tam da bu vasıflara uyuyor dersek mübalağa etmiş olmayız. El-Acluni isimli değerli bir âlimin, Keşfu’l Hafâ isimli iki ciltlik meşhur bir eseri vardır. Bu eserinde müellif, insanların dilinde hadis diye meşhur olan sözlerin kaynağını açıklamaktadır ki bu sözü, derin manalar ihtiva eden, ayetler ve hadislerle bağlantısı olan “hikmetli bir söz” olarak zikretmektedir.1
Bu manidar söz, en çok tasavvuf erbabının dikkatini çekmiştir diyebiliriz. Gerek Kur’an-ı Kerim ve gerekse Sünnet-i Seniyye bize ölüm gelmeden önce ölüm ve sonrası için hazırlıklı olmayı tel[1]kin ve tavsiye eden ayetler ve hadislerle doludur. Mesela bir ayet var ki çok manidar… “Nihayet onlardan birine ölüm gelip çatınca, ‘Rabbim! Beni geri gönder de geride bıraktığım dünyada iyi işler yapayım.’ der. Hayır! Onun söylediği bu söz boş laftan ibarettir. Önlerinde yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.”2
Bu ayeti anlama adına tasavvuf tarihinde önemli bir sima olan Ebu Süleyman-ı Dârânî’nin son derece manidar bir âdetinden bahsedelim izninizle… Kendisi, evinin bir köşesinde üstü kapalı bir yerde bir kabir ihdas etmiş ve her sabah kapağı açarak oraya iner, boylu boyunca uzanarak toprağa yatar ve kapağı üzerine kapatırmış. Bir gün hizmetçisi onun ne yaptığını anlamak için kulak vermiş. Dârânî, yukarıdaki ayeti okuduktan sonra şöyle diyormuş: “Ey Ebu Süleyman! Baksana Rabbin senin duanı kabul buyurdu da sana hayata dönüş imkânı verdi. Haydi, sen de kalk da daha önce yapamadığın salih amelleri işlemeye koyul…”
İşte bu meşhur sufi, her gün ölmeden önce ölmeyi başarabildiği için onun ismi “unutulmayanlar” arasında zikredilir oldu.
“Ölmeden önce ölmek” aslında bir şuurdur, bir kulluk bilincidir aynı zamanda. Öylesine bir bilinç ki son nefesini nasıl vereceğini, kabir hayatını, diriliş gününü ve diriliş anında nasıl bir hâlde olacağını, mahşer gününü, hesap vermenin zorluğunu…“Her gün” düşünmek, gün be gün bu anlamda hazırlığını tamamlamak ve çıkılacak ahiret yolculuğuna “azığı yanı başında iken” çıkabilecek hâle gelmektir vesselam… Diyebiliriz ki bu şekilde dünyadan ayrılan kişiyi ebediyet yurduna uğurlayanlar, aslında ona Fussi[1]let Suresi 30. ayette bahsi edilen meleklerdir; hem de “müjdeler getiren” melekler…
Şuur, tecrübe, eğitim ya da hepsini ifade eden irfan ve ahlâk arttıkça “Keşke”lerimiz de artmakta. Kimi zaman kendi değerini keşfetme tuzağı olabilen karamsarlığın başlangıcı olan bu ifade size hiç uğradı mı?
Açık yüreklilikle ifade edeyim ki bu kelime ile fazla bir aşinalığım yok diyebilirim. Lise ve fakülte yıllarım düzenli çalışmayla geçti, bu ise beraberinde başarıyı getirdi. Öğrencilik yıllarım boyunca hiç ikmale kalmadım. Ama her akşam o günkü derslerimi yeniden gözden geçirip bazı özetler çıkarmayı bir âdet hâline getirmiştim. Bu durum üniversite yıllarımda da artarak devam etti. Üzerime düşeni yapmaya çalıştım. Yüce Mevla da karşılığını fazlasıyla verdi hamdolsun. Bununla beraber “Vaki olanda hayır vardır.” diyerek takdire rıza göstermemizin, ruh sağlığı ve gönül huzuru için önemli olduğuna inananlardanım…
Bugünün gençlerine “keşke”lerinin artmaması için neler tavsiye edersiniz?
Biraz önce değindiğim konuları tekrarlamak suretiyle zamanın önemini kavramak, zamanı yönetmeyi başarabilmek, düzenli ve planlı çalışma disiplinine sahip olmak, sorumluluk bilinci taşımak. Sadece bu dört hususu başarabilmek bile kişinin hem ibadet hem de öğrencilik hayatında gelecekte “keşke” kelimesini çok nadiren kullanmasına vesile olabilir düşüncesindeyim.
Her şey bitti dediğimiz an bazen her şeyin başlangıcı olabiliyor. Hâlbuki sonsuzluğa ayarlı insanın “son”a bu kadar takılı kalması bizleri büyük bir çıkmaza götürüyor. Hayatı sonu olmayan yuvarlak bir düzlemde yaşadığımızı, bitişin hep yeni bir başlangıcı beraberinde getirdiği bilincini nasıl taze tutabiliriz?
Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinden ve bunun insanlar için bir nimet oluşundan bahsedilir. Kanaatimce bu sirkülasyona dikkatimiz çekilmekte ve bizden bir şeyin biterken yeni bir şeyin başladığının farkında olmamız istenmektedir. Çok geniş bir şekilde cevaplanmayı gerektiren bu sorunuza şu ayetle kısaca karşılık vermek isterim. “…Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Evet, her zorluk beraberinde kolaylığı da getirir. O hâlde sen de bir işi bitirdiğinde yenisinin ucundan tutuver…”3
Bu dünya “çalışma” ahiret hayatı ise “karşılığını bulma” yeridir. “Cennet hayatında ise ne yorgunluk ne de usanç ve bıkkınlık veren bir şey vardır…”4
Hep zahire takılı kalan bizler bedensel bir engeli hayatın sonu gibi görebiliyoruz, oysa asıl engellerin kalplerde ve ruhlarda olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Kalplerimizdeki en büyük engelimiz nedir ve bu engel nasıl aşılabilir?
Doğrusu günümüz insanını çok önemli düzeyde ilgilendiren bir konuda soru sormuş oldunuz. Evet, bugün için asıl engel kalplerimizde ve gönül dünyamızda. Zira bizler tüm dünyada etkili olması için çokça çaba sarf edilen ve adına da “modernizm” denilen bir anlayışın tam da ruh dünyamızı esir aldığı, kalplerimizin ve gönüllerimizin ele geçirilmeye çalışıldığı zamanları yaşadık ve yaşıyoruz. Kalplerimiz ve gönüllerimiz köreltilmeye çalışıldığı için maalesef gerçekleri de göremiyoruz. Tıpkı Kur’an-ı Kerim’de ifade edilen “Kalpleri vardır anlamazlar, gözler, vardır görmezler, kulakları vardır duymazlar.”5 ayetinde ifade edildiği üzere bir engellilik söz konusudur. Peki, kalplerin kör olması söz konusu mudur? Evet, hiç şüphesiz! Onu da bize şu ayetle bildiriyor Allah Teâlâ, “Yeryüzünde hiç dolaşmıyorlar mı ki ibret alan kalplere yahut işiten kulaklara sahip olsunlar! Şu bir gerçek ki gözler körleşmez, fakat göğüslerdeki kalpler körleşir.”6
Bu engeli nasıl ortadan kaldırabiliriz? Onu da bir beyitle cevaplamak isterim:
“Sür çıkar ağyarı dilden, ta tecelli ede Hakk
Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan”
İlmî, sosyal ve sanatsal aktiviteleriniz haricinde özel olarak devam ettirdiğiniz bir rutininiz var mı?
Ruhu’l Beyan isimli tefsirin Türkçe tercümesini seslendirme projesi üstüne çalışıyorum. Seslendirme kaydını her hafta, Perşembe ve Pazar günleri, toplamda üç kez yayınlanan bir radyo programı olarak hazırlıyorum.
Pek çok imtihanla sınanan ülkemize ve dünyaya mutlaka duyurmayı/hatırlatmayı istediğiniz şeyler nelerdir?
İki konuda bir şeyler söylemek isterim. Birincisi eğitim alanında…
Bugün için modernizm denilen ve insanı özünden koparan pek çok unsurun bir araya gelip insanlığın başına bela olduğu ve insanlığın başına bela olan bu anlayışın olumsuz etkilerini yaşadığı postmodernizm döneminde en çok yara alan alandan birinin eğitim olduğunu düşünüyorum. Ülkemizde de bu sıkıntıların yaşandığı alanlardan biridir eğitim. Öylesine bir sıkıntı söz konusu ki sağlam aile yapısı ile dünya milletleri arasında şöhreti olan ülkemiz ve milletimiz, son yıllarda giderek artan boşanma hadiseleri, aile içi şiddet olayları, çözemediğimiz kuşaklar arası problemler vb. örneklerle bize iyi bir eğitim politikası ve stratejilerine sahip olamadığımızı gösteriyor. Ne oldu da biz bu hâle geldik, sorusunu ne doğru dürüst soran ve hastalığın teşhisine çaba sarf eden birey ve toplum ne de çözüm konusunda neler yapılabileceğini düşünen resmî makamlar var maalesef… Sonuçta adına alfabenin en son harfini alarak -âdeta bir hususta dibi boylamak anlamına gelen şekliyle- “z kuşağı” adını verdiğimiz bir jenerasyonla karşı karşıya kaldık. Ciddi bir problemler yumağına muhatabız ama kanaatimce aynı ciddiyetle meselenin boyutlarının büyüklüğünü fark etmiş ve anlamış değiliz.
Bir şeyler söylemeyi istediğim ikinci alan ise sağlık konusu…
Kişisel olarak ruhsal ve bedensel sağlığımızı ciddi şekilde tehdit eden bir anlayışla muhatap olduğumuz bir hayat yaşadığımız kanaatindeyim. Şöyle ki temel besin kaynaklarımızdan biri olan ekmeğimize katılan zararlı katkı maddeleri başta olmak üzere pek çok kalemde sağlıksız beslenen bir nesil olduk maalesef. Bugün adına “fastfood” denilen hızlı ama hastalık üreten beslenme yöntemi, bizden sonraki nesilleri çok daha dezavantajlı hâle getirecektir. Ama yine üzülerek ifade edelim ki bu konuda da ne doğru dürüst bir politikamız ne de toplumu bilgilendiren ve uyaran bir sistemimiz var.
Bu konuda bir diğer husus da şu ki ruhsal açıdan sağlık konusunda da toplum olarak ciddi tehditler altında olmamıza rağmen bunun farkında bile değiliz. Sadece bir örnek vereyim: Kuşak hâlinde her gün aynı saatte yayınlanan bazı programlarda insanlar arası çarpık ilişkiler ortaya dökülmekte, insanoğlu için kabullenilmesi zor olan türlü olumsuzluklar, birer “sıradan” olay hâline getirilmektedir. Kötülükler; tecessüs, deşme ve deşifre etme gibi Allah’ın yasakladığı ve fakat şeytanın telkin ettiği şekilde medya tarafından getirilip önümüze konulurken bunların kitleler üzerinde ne kadar büyük bir tahribat yapacağı ise asla düşünülmemektedir.
Doğrusu bu iki husus beni son derece üzmekte ve ülkem adına geleceğimizden yana endişeye sevk etmektedir vesselam…
En çok tekrarladığınız/kendinize hatırlattığınız üç ayet?
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Muttaki olanlar için şüphesiz ki ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”7
“Sizi boş yere yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?”8
“Her can ölümü tadacaktır, sonra Bize döndürüleceksiniz.”9
En sık ziyaret ettiğiniz üç mekân?
Pandemi denilen musibet sebebiyle ziyaret mekânları imkânımız ortadan kalktı maalesef…
Kendinizi bir renkle tarif etmek isteseniz seçeceğiniz renk ve sebebi?
Ravza Yeşili… Resul-i Ekrem’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Yeşil Kubbe’sinin rengine boyanmak takliden de olsa güzel!
Sizi en çok etkileyen müzik parçanız?
Beyaz Dilekçe.
1 Keşfu’l Hafâ, c. 2, s. 229
2 Müminun Suresi, 100
3 İnşirah Suresi, 5-6
4 Fatır Suresi, 35
5 Araf Suresi, 189
6 Hac Suresi, 46
7 Enam Suresi, 32
8 Müminun Suresi, 23
9 Ankebut Suresi, 57