Hem Diyanet çatısı altında hem de akademi dünyasında önemli bir konumu doldurarak kıymetli vazifeler yürüten İhsan Çapcıoğlu’nu bir de sizden dinleyebilir miyiz? Sizce İhsan Çapcıoğlu kimdir?
Kastamonu’da doğdum. İlkokulu Merkez Kurtgömeç Köyü’nde okudum. 1989 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı Kastamonu Merkez Kur’an Kursu’nda hafızlığımı tamamladım. Kastamonu İmam Hatip Lisesi’ne kaydoldum ve 1994-1995 Eğitim-Öğretim yılında mezun oldum. Aynı yıl girdiğim üniversite sınavında başarılı olarak Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni kazandım. Ardından Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Din Sosyolojisi Anabilim Dalı’nda yüksek lisans öğrenimime başladım. 2002 yılı ocak ayında söz konusu Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak görev aldım. 2003 yılında “Sosyal Değişme Sürecinde Din ve Kadının Toplumsal Konumu: Kastamonu Örneği” başlıklı tezimle yüksek lisansımı tamamladım. Aynı yıl doktora programına kayıt yaptırdım ve 2008 yılında “Sosyo-Politik Tutumlar ve Dindarlık İlişkisi” başlıklı çalışma ile “din sosyolojisi doktoru” unvanı kazandım. 2010 yılında yardımcı doçent, 2012 yılında “Küreselleşme, Kültür ve Din” başlıklı çalışma ile doçent unvanı aldım. 2018 yılı mart ayında ise profesörlük kadrosuna atandım.
Akademik kariyerim süresince Almanya, Avusturya, Macaristan, Slovakya, Kırgızistan ve Kazakistan’da proje ve araştırma amaçlı akademik faaliyetlerin yanı sıra misafir öğretim üyesi olarak bulundum. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde alanımla ilgili lisans ve lisansüstü derslerin yanı sıra Hacettepe Üniversitesi ve Başkent Üniversitesi Eğitim Fakültelerinde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretimi, Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde Din Sosyolojisi ve Dinî Gruplar Sosyolojisi, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde Din Sosyolojisi, Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi’nde Değerler Eğitimi, Bilkent Üniversitesi Laboratory& International School (BLIS)’da Etik dersleri verdim.
Millî Eğitim Bakanlığı ve ÖSYM’nin çeşitli birimlerinde uzun yıllar alan uzmanı olarak görev yaptım, hâlen bu görevlerim devam etmektedir. Ayrıca Millî Eğitim Bakanlığı Özel Eğitim ve Rehberlik Genel Müdürlüğü ile UNICEF destekli olarak sürdürülen Psiko-sosyal Destek Programlarının Yenilenmesi Projesi’nde araştırmacı ve danışman olarak görev yaptım.
Hâlen İLİTAM Koordinatörü, Bologna Birim Koordinatörü, Araştırma-Eğitim Komisyonu Üyesi, Özdeğerlendirme Komisyonu Üyesi, Fakülte Staj Uygulama Koordinatörü, Kalite Komisyonu Üyesi, Üniversite Akademik Teşvik Komisyonu Üyesi, Çevre Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi Üyesi, İlahiyat Akreditasyon Ajansı (İAA) Başkan Yardımcısı, Fakülte Dekan Yardımcısı ve Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyeliği görevlerim devam etmektedir.
Ulusal ve uluslararası düzeyde yayımlanmış makalelerim, bildirilerim ve kitaplarım bulunmaktadır. Çalışmalarım din sosyolojisinde yöntem sorununun yanı sıra bilgi, kültür, din ve değerler sosyolojisi alanlarında yoğunlaşmaktadır.
İlahiyat Fakültesi’nden sınıf arkadaşım ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Din Eğitimi Anabilim Dalı Öğretim Görevlisi Dr. Fatma Çapcıoğlu ile evliyim. Yusuf Eren ve Ahmet Selim’in babasıyım. Kendimi; okumayı, öğrenmeyi, paylaşmayı ve insanlara faydalı işlerde çalışıp üretmeyi seven; milli ve manevî değerlerine bağlı, hayat boyu öğrenmeyi ilke edinen mütevazı bir ilim talebesi ve fikir işçisi olarak görüyorum.
Hafızlığınızı genç yaşta tamamlamışsınız. Sonrasında Üniversitede İlahiyat Fakültesi’ni tercih etmeniz kendi isteğinizle mi oldu? Bu noktada sizi etkileyen ortam veya kişiler var mıydı?
İlkokul eğitiminden sonra hafızlık eğitimi almaya karar vermemde rahmetli dedelerimin önemli etkisi ve desteği oldu. Ancak onlar Kur’an kursuna gitmemi gönülden isteseler de bu konuda beni asla zorlamadıkları gibi nihaî kararı bana bıraktılar. Ben de ilkokul öğretmenimin aksi yöndeki telkinlerine rağmen kendi isteğim ve anne-babamın da desteğiyle Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Kastamonu Merkez Kur’an Kursu’na gitmeye karar verdim. O yıllarda yoğun talep olduğu için (iki yüz kişilik kontenjana yaklaşık üç katı başvuru olmuştu) kursa kaydolmak için bir ön elemeden geçmek gerekiyordu. Nitekim Kastamonu Müftülüğü’nde yapılan sınavda başarılı olarak kayıt hakkı kazandım. Yaklaşık sekiz aylık hazırlık eğitiminin ardından on bir ay gibi kısa bir sürede hafızlığımı tamamladım. Ancak hafızlığa birlikte başladığım arkadaşlarımın da tamamlamasını beklediğim için bir yıl daha eğitimime burada devam ettim. Bu süre zarfında ezberlerimi on dört defa tekrarlayarak sağlamlaştırma imkânı buldum.
Hafızlık eğitiminin ardından Kastamonu İmam-Hatip Lisesi’ne gitmek istedim, ancak bu aşamada da sınava girmem gerekiyordu. Çünkü okula mevcut kontenjanın çok üzerinde talep vardı. Nihayet bu sınavda da başarılı olarak kayıt hakkı kazandım. 1989 yılında başladığım İmam Hatip Lisesi’ni, ortaokul ve lise eğitiminin ardından 1995 yılında tamamladım. Aynı yıl üniversite sınavına girdim ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni kazandım. Hem ortaöğretim hem de üniversite tercihimde kararımı kendim verdim. Bununla birlikte gerek öğretmenlerimden gerekse arkadaşlarımdan ilahiyat dışında tercihte bulunmam konusunda çeşitli yönlendirme ve telkinlerde bulunanlar oldu. Ancak ilahiyat hedefim netti. Zira iyi bir din eğitimi almak ve ilahiyatçı olmak istiyordum.
“Hem özgür hem sorumlu” olmak ifadesini özellikle genç kuşaklar bir çelişki olarak algılıyor. Burada birey olma bilinci nasıl bir formda karşımıza çıkmaktadır? Yani aslında gerçekten birey olma seviyesine ulaşmak beraberinde sorumluluğu doğal bir akışta mı getirmektedir?
Özgür olmak sorumlu varlık olmayı beraberinde getiriyor. Bununla birlikte hem özgürlüğün hem de sorumluluğun sınırları vardır. Bu iki kavram arasındaki ilişki çelişik değil birbirini dengeleyici ve tamamlayıcıdır. Özgürlükleriniz olmadan sorumluluklarınızdan söz edemeyeceğiniz gibi tersinden de söz edemezsiniz. Çünkü toplumları, özgürlükleri kadar sorumluluklarının da farkında olan bireyler geliştirir. Esasen insanları bir araya getiren, onların birlikte yaşamalarını, iyi günde kötü günde bir ve beraber olmalarını, acıyı-sevinci, varlığı-yokluğu, felaketi-esenliği birlikte paylaşmalarını; ortak hedeflere hep birlikte yürümelerini sağlayan dinî, sosyal ve kültürel bağlar vardır. Bu bağların değerinin bilinmesi, korunması ve kuşaktan kuşağa aktarılarak geleceğe taşınması gerekir.
Değerli yaşamak, ben merkezcilik/ Radikal bireycilik arasındaki çizgiyi nasıl anlamalı/ yorumlamalı?
Kişinin özgür ve sorumlu bir varlık olduğunun farkına varabilmesi, ancak kendi tekliğinin ve özgünlüğünün idrakinde olmasıyla yani birey olma bilinciyle mümkündür. Bu anlamda birey bilinci, bireysel farkındalığın geliştirilmesiyle ulaşılabilecek bir yüksek bilinçlilik hâlini ifade eder. Çünkü bilinçli bireyler özgür iradelerini kullanarak doğru tercihlerde bulunabilir ve değerli bir yaşama adım atabilirler. Bununla birlikte ‘değerli yaşamak’, sadece kendi değerleriyle yaşamak anlamına gelmez. Aksine beni var, gerekli ve değerli kılan benim dışımdaki insanlarla kurduğum sorumlu ve insani paylaşıma dayalı ilişkilerimdir. Bu ilişki tarzı, “ben merkezci” kısıtlayıcı ve dışlayıcı değil, “ben”e saygılı “biz” bilinci gelişmiş, özgürleştirici ve kapsayıcıdır.
Değerli yaşayan bilinçli bireyin özellikleri neler olmalıdır?[1]
Değerli yaşayan bilinçli birey olmak her şeyden önce söylem-eylem birlikteliğini ya da özü-sözü bir olmayı gerektirir. Bilinçli bireycilik, asla bencillik değildir. Aksine o, kendi dışındaki varlıkların farkında olmayı, onlara zarar vermeden birlikte yaşamayı ve hukuklarına riayet etmeyi gerektirir. Çünkü İslâmiyet’te yalnızca insanların hukukundan söz edilmez, aynı zamanda insan dışındaki bütün varlıkların örneğin hayvanların, çevrenin, doğanın, küçük-büyük bütün yaratılmışların haklarından da söz edilir. Bireyden onlara karşı incitici davranmaması, adaletli, saygılı ve merhametli olması istenir. Toplumsal ve doğal ortamdaki varlık ve nesnelere karşı yüklendiği sorumluluklar, insanı bencilce ihtirasların kıskacından kurtulmaya, daha paylaşımcı ve özverili davranmaya çağırır. Birey bu çağrıya kulak verdiğinde bütün yaratılmışlara Yüce Yaratıcının açtığı sonsuz lütuf ve rahmet penceresinden bakmayı öğrenme yolunda kendi potansiyellerini harekete geçirmiş olur. Böylece o, bencilliğin öz benliğine yabancılaştırıcı ve yalnızlaştırıcı etkisinden kurtularak, gerçek özgürlüğün ve özgür irade sahibi benzersiz varlık olmanın kendisine yüklediği sorumlulukların Yaratanın hoşnutluğunu kazanma ve yaratılmışları O’nun hoşnutluğu için sevme yolundaki gayretlerinde saklı olduğunu keşfetmiş olur.
Bireyselleşmenin aile yapısında ve genç nesillerde olumlu-olumsuz ne gibi değişim ve dönüşümlere yol açtığını, açacağını düşünüyorsunuz?
Bireyselleşmenin olumsuz işlevleri araçsallaştırma, metalaştırma ve meşrulaştırmadır. Modern öncesi zamanların kendi varlığı ve yetkinliği üzerinde derin düşünceler üreten insanı, artık yerini kadim düşünceleri hızla ve hazla tüketen bir ekonomik insana bırakma eğilimindedir. Oysa insanın kendisi başta olmak üzere kendi dışındaki varlıklarla ve ev[1]renle kurduğu ilişkinin doğasında, asla basit araçsallaştırmalara kurban edilmemesi gereken ve sadece kendisine özgü olan yetenekleri yer alır. Bu nedenle insan, söz konusu potansiyel yeteneklerinin oluşturduğu özünü harekete geçirip geliştirdiği ve bu özü kendisine bahşedenle iletişime geçirip hayatına kattığı ölçüde insanlığını gerçekleştirme imkânı bulur.
Gençlik, bireyin kendisini bedensel, duygusal, zihinsel ve ruhsal anlamda enerjik ve güçlü hissettiği bir dönemdir. Bu özelliğiyle o, tüketim kültürünün en önemli hedef kitlesini oluşturur. Gençler tarafından beğenilen ürünlerin piyasa koşullarında dolaşımını sürdürebilme ve dolayısıyla yeniden üretilip geniş kitleler tarafından tüketilebilme şansının artacağı düşünülür. Böylece gençler, tüketim kültürünün araçsallaştırdığı metaları tüketen basit alıcılara dönüşmüş olur. Reklam endüstrisinin imkânlarını kullanan büyük şirketler de gençlerin beğenisini satın alarak marka değerlerini korumayı ve dolayısıyla eski ve yeni potansiyel müşterilerinin gözünde “ürünlerini meşrulaştırmayı” sürdürürler.
Bu meşruiyet süreci, satın alma güdüsünü canlı tutma ve varlığını güçlendirme şeklinde işlemeye devam eder. Aslında bu süreçte gençler, beğenileri üzerinden sadece herhangi bir ürünü değil, aynı zamanda o ürünün sunduğu yaşam biçimini de satın almaya özendirilir. Böylece pasif alıcılar olarak gördüğü gençlerin tüketim arzularını kamçılayan reklam endüstrisi, onları bitmez-tükenmez istekler dünyasının bağımlı müşterilerine dönüştürür. Elbette her türlü bağımlılığın birey üzerinde tahrip edici etkilerin[1]den söz edilebilir. Ancak kişinin doğuştan zaafları arasında yer alan ve bu özelliğiyle bütün din ve ahlak sistemlerinin kontrol altına almayı hedeflediği sınırsız istekler alanı, insan açısından belki de en tehlikeli bağımlılık potansiyeline sahiptir. Elbette, insanın hayatını mutlu ve huzurlu bir biçimde sür[1]dürebilmesi, yeme-içme, giyinme, barınma, üreme gibi temel ihtiyaçlarının karşılanmasına bağlıdır. Ancak burada, insanın ihtiyaçlarının sınırlı, isteklerinin ise sınırsız olduğu unutulmamalıdır. Başka bir ifadeyle insan, ihtiyaçları ile istekleri arasındaki ayrımı fark edip onları karşılama konusunda dengeli bir tutum içinde olmalıdır.
Tüketim kültürünün kodladığı mesajlarla büyük oranda bedensel varoluşu üzerinde odaklanan genç, manevî ihtiyaçlarının varlığını ya çok az hissetmekte ya da neredeyse hiç hissetmemektedir. Böyle olunca, bütün yatırımını bedensel varlığına yapmaya özendirilmekte, onu olabildiğince genç/fit tutmanın ve onun her türlü isteğini sınırsızca karşılamanın yollarını aramaktadır. Sonuçta onun dün[1]yasında dolaşan imaj ve imgeler; gençlik, yakışıklılık, güzellik, cinsellik ve haz gibi duyguların bedene hapsedildiği tek boyutlu bir gerçeklik alanının güçlenmesine, manevî ihtiyaçlar alanının ise gittikçe zayıflamasına katkıda bulunmaktadır. Oysa insanın bedensel varoluşu, dolayısıyla ona yapılan tüm yatırımlar, bu dünyadaki yaşantısıyla birlikte sona erecek ve geriye o zamana kadar varlığı çok az hissedilen ruhu, yani asıl varoluş enerjisi kalacaktır. Çünkü insanı varoluşun kaynağına bağlayan kalıcı özü, onun manevî boyutudur. O zaman yapılması gereken, insanın geçici olana değil, kalıcı olana yatırım yapması ve kendisini bedensel olduğu kadar ruhsal olarak da diri tutacak alanlara yönelmesidir.
Tüketim kültürünün metalaştırıcı imgeleri tarafından kuşatılan modern bireyin aile ilişkilerinde de yeniden dengelenmeye ihtiyacı vardır. Eşler arasında karşılıklı sevgi, saygı, nezaket, adalet, merhamet, sadakat ve bağlılık değerlerinin hakça paylaşılan rol, görev ve sorumluluklarla dengelendiği modellere ihtiyacımız olduğu açıktır. Aile, temel değerlerin benimsenmesi ve taşınması bakımından, bireyin yaşamında başka kurumlar tarafından karşılanması mümkün olmayan işlevlere aracılık eder.
Dünyayı etkisi altına alan ve ülkemize de yansıyan sekülerleşme sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunu bir Müslüman olarak nasıl okumalıyız?
- yüzyılda modernleşmenin etkisiyle dinin zamanla modern toplumlarda bütünüyle yok olacağı düşüncesi, sekülerleşmenin ana tezini oluşturmuştur. İlerleyen dönemde yapılan deneysel çalışmalar ve gözlemler, durumun gerçekte böyle olmadığını, dinin tamamen yok olmak bir yana, farklı şekillerde daha da görünür hâle geldiğini göstermiş ve böylece sekülerleşme tartışması da ana paradigmasını değiştirerek farklı bir boyut kazanmıştır. Sosyologlar bu kavramı, genel çerçeve olarak, dinî otoritenin toplumsal yer, zaman, hizmetler, kaynaklar ve personel üzerindeki kontrolünü kaybettiği, deneysel usuller ile dünyevî gayelerin dinî ve kutsal olan amaçlara yönelik ritüelistik ve sembolik aksiyon örneklerinin yerini aldığı çeşitli süreçleri ifade etmek için kullanmışlardır. Bugün sekülerleşme olgusu, lehte ve aleyhte toplanan kanıtlara dayalı olarak çok boyutlu tartışılmaya devam etmektedir. Müslümanların bu süreçteki durumlarının genellikle reaktif olduğu izahtan varestedir. Oysa bugün hayatın her alanında proaktif politika ve yaklaşımların desteklendiği bir dünyada yaşıyoruz. Müslümanlar olarak bu yüzyılı da ıskalamak istemiyorsak, dünyanın değişen koşullarını doğru okumak, etkin ve özgün politikalar tasarlamak, insani ve kültürel sermayemizi yeniden harekete geçirmek, kendimize gelmek ve güvenmek durumundayız. Eğer tarihin nesnesi değil yeniden aktif öznesi olmak istiyorsak, çözüm için bundan başka bir tercihimizin olduğunu düşünmüyorum. Böylesine bilinçli bir tercih, sekülerleşme sürecini lehimize döndürebilir; bizi yeniden köklerimizle ve yaşadığımız dünyanın riskleri gibi fırsatlarıyla da gerçekçi biçimde yüzleştirebilir.
Sekülerleşme özellikle gençlerin dine bakışlarını ne yönde etkilemektedir? Onlarla sağlıklı iletişim nasıl olmalıdır?
Müslümanlar olarak romantik bir tarih ve toplum tasavvurundan hızla uzaklaşmamız, gerçekçi adımlar atmamız gerekiyor. Bugün tekno-bilişim çağının tetiklediği hızlı değişimlerin etkisiyle gündemi yakalamakla zorlanıyoruz. Bu süreçte dinin toplumsal hayattaki görünümüne ilişkin gençleri en çok rahatsız eden husus, dini temsil pozisyonunda[1]ki bazı kişilerde gözlemledikleri samimiyetsiz ve sorumsuz davranışlardır. Bu durum, yetişkinlerin buyurgan ve baskıcı üslubu ile birleşince gençlerin dinî tercihleri ile aralarına mesafe koydukları görülmektedir. Çünkü bugünün gençleri tercihlerine saygı duyulmasını ve değer verilmesini istiyor. Onların herhangi bir konudaki kanaatlerini etkilemenin yolu, öncelikle düşüncelerine değer vermekten ve içtenlikle dinlemekten geçiyor. Oysa biz yetişkinler gençleri dinlemek yerine onlara öğüt vermeyi tercih ediyoruz. Elbette böyle bir yaklaşım sergilediğimizde onları tanıma şansımız kalmadığı için mevcut bilişsel şemalarımızla tanımlama, hatta eleştirme ve etiketleme kolaycılığına sığınıyoruz. Esasen gençlik dönemi biyolojik, psikolojik, pedagojik ve sosyal açıdan gelgitlerin ve kararsızlıkların yaşandığı bir dönemdir. Bu dönemde verilecek eğitimin/din eğitiminin planlanmasında gencin ilgi, ihtiyaç ve yönelimlerinin dikkate alınması gerekir. Kuşaklar arası özelliklerin farklı olması, verimli öğrenme ve öğretme ortamlarının oluşturulmasında engeller oluşturmaktadır. Verimli öğrenme ve öğretme ortamları, ancak kuşakların beklenti ve ihtiyaçları dikkate alındığında gerçekçi bir biçimde oluşturulabilir. Kuşaklar arası iletişimde karşılaşılan zorluklar, özellikle içinde bulunduğumuz yüzyılda dünyaya gelen gençlerle iletişimde daha çok yaşanmaktadır. Genç kuşak, doğumuyla birlikte teknolojiyle tanışan bireylerden oluşmaktadır. Onlar açısından teknolojik değerler, dinî motifli değer ve tercihlerini önceleyen bir bakış açısının gelişimini beraberinde getirmektedir.
Gençler ile iletişim kurarken onların yaşam tarzlarının ve temel özelliklerinin dikkate alınması, geliştirilecek modellerde yeni bir iletişim ve din dilinin tercih edilmesi gerekmektedir. Gençlerle iletişimde üstenci ve yargılayıcı bir tarz yerine, millî ve manevî değerlerin yanı sıra evrensel ahlaki değerlerle da uyumlu, bilimsel olarak temellendirilebilir gerçekliklerle çatışmayan özgürlükçü, eleştirel ve akılcı bir dile ihtiyaç bulunmaktadır. Bu ihtiyaç, ertelenemez ve bizden sonraki kuşaklara devredilemez öncelikte bir zorunluluğa dönüşmüş durumdadır. Eğitim ve din eğitimi alanında sosyal politika yapıcıların ve uygulayıcıların gençleri daha çok dinlemeye; buna karşın daha az konuşmaya ve daha çok çalışıp gençlik sorunlarını kapsamlı saha çalışmalarıyla ortaya koymaya; gerçekçi, yenilikçi ve sürdürülebilir çözümler üretmeye yönelmesi gerekir.
Çalışmalarınızda hem gençlere hem de yaşlılara hitap etme gayretinde olduğunuzu görüyoruz. Günümüzde teknolojinin de ilerlemesiyle genç ve yaşlı nesil arasındaki anlayış farkı ziyadesiyle arttı. Gençlerin büyüklerini, büyüklerin gençleri anlaması adına ortak paydalarımız neler olmalıdır?
Gençler, genellikle yüksek özgüvenli bir kişiliğe sahip oldukları için bulundukları ortamlarda farklı sorumluluklar almayı isterler. Yetişkinler ve özellikle yaşlılar ise kendilerine saygı gösterilmesini ve tecrübelerine değer verilmesini arzu ederler. Yaşlı bireylerin bu beklentisi, özellikle uyum becerileri düşük olan gençleri sosyalleştirme, kültürel ve akademik olarak geliştirme konusunda kullanılabilir. Gençler, kendilerine hoşgörüyle yaklaşıldığında, bulundukları ortamlara değer katabilir ve toplumun dinamiklerini olumlu yönde değiştirebilirler. Bu bağlam[1]da sosyal politika yapıcıların ve uygulayıcıların, gençlerle yaşlıların uyumlu çalışması yönünde stratejiler geliştirmesi; onların sıkça bir araya gelebileceği imkân ve ortamlar oluşturması gerekir. Ayrıca hem gençlerle hem de yaşlılarla çalışan kişiler, onlarla iletişimde konuşmaktan çok dinlemeyi, anlaşılmaktan çok anlamayı, tanımlamaktan çok tanımayı ve yargılamaktan çok kabullenmeyi merkeze alarak hareket etmelidir. Her iki grupla ilişkide de aceleci tutumlar iletişim problemlerine yol açar. Günümüz gençleriyle iletişimde öne çıkarılması gereken beceriler arasında mutlaka dijital teknoloji okuryazarlığına yer verilmelidir. Söz konusu beceri alanı, sadece gençler açısından değil yaşlılar açısından da temel bir gerekliliğe dönüşmüştür.
Bundan sonraki hayatınızda hangi alanlarda hangi meseleler üzerinde çalışmalar yapmayı planlıyorsunuz?
Sosyoloji ve din sosyolojisi alanında çalışmanın belki de en büyük avantajı, çalışma konularınızı toplumun gündemiyle ve sorunlarıyla ilişkilendirebilmek; böylece toplumun bugününe ve geleceğine ilişkin çeşitli projeksiyonlarda bulunabilmektir. Ancak bu durum, sosyal sorumluluklarınızı artırıcı bir sonucu da beraberinde getirmektedir. Doğrusu ben de kendimi içinde yaşadığım topluma karşı sorumlu hissediyorum. Bu çerçevede bir taraftan toplum yararını gözeten projeler üretirken, diğer taraftan mevcut projelere katkıda bulunmak isti[1]yorum. Özellikle çocuklar, gençler, yaşlılar, yoksullar, şiddet mağdurları, bağımlılar, kayıp ve yas süreci yaşayanlar, hastalar gibi dezavantajlı kişi ve gruplarla ilgili konulara daha çok eğilmek istiyorum.
Hayatınızda kıymetli tesirleri olan 3 kişi?
Aile büyüklerim, bazı öğretmenlerim ve arkadaşları
Her gün mutlaka yaptığınız rutin?
Günün muhasebesini yapmak
Kullanmaktan en çok hoşlandığınız deyim?
İnsanın yakıtı umuttur.
Genç üniversiteli hanımlara tavsiye ya da hayat düsturu olacak bir cümle?
Kendinize güvenin, çok çalışın ve ne olursa olsun asla vazgeçmeyin.
Kâğıt-kalemle mi yoksa elektronik ortam ile anlatmak mı?
Kuşaklara göre değişir.
Hissetmeyi en sevdiğiniz duygu hangisi?
Tevazu