“Âşıkam meftûn-u cânân olmayan bilmez beni Hançer-i aşk ile kurbân olmayan bilmez beni”
“Aşk, yanmanın son hâlidir.” Bu sözü katıldığım bir sohbette Mevlânâ Celâleddîn ve aşk bahsi açıldığında işitmiştim. Derin bir tefekkürün mahsulü olduğu anlaşılan bu söz, bana yukarıda zikrettiğim mısraları hatırlattı. Aynı zamanda Şeyh Galip’in idrak etmeye çalışacağımız müseddesindeki1 :
“Âşıkda keder neyler gam halk-ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr-i müganındır” mütekerrir beytini2 de anlamak yolunda farklı kapılar açabileceği fikrini verdi.
AKIL, CÜNÛN, AŞK
Âşık kişi, son hadde vardığında bir “Yanma” hâline ulaşır. Bu yanma hâlini “Cünûn” kelimesi ile tarif edebiliriz. “Cünûn, ‘akl’ın yitirilmesi yerine ‘aşk’ın ikame edilmesidir.”3 Aşkın hançeriyle kurban olan, aklını yitiren âşık öyle bir makama erişir ki onu orada olandan -bir diğer âşıktan başkası anlayamaz. Beşir Ayvazoğlu, Aşk Estetiği adlı eserinde bu hâli şöyle izah ediyor: “Bu, düşüncenin yerini vecdin alması manasına gelir ve tasavvufî yaşantının en önemli hususiyeti ve ‘marifet’e erişmenin yegâne yoludur.” Marifet, kulun Hak’la aynîleştiği, Hakk’la Hakk olduğu makamdır4 ki âşığın ‘vecd hâli’ bu makama hizmet eder. Vecd, bir istiğrak hâlidir. Sûfî hakikati gördüğü zaman onun görüşü özel bir hâlde özel bir idrâk olayıdır; bu hâl insanın normal şuûr hâli değildir, idraki de bizim anladığımız cinsten (duyu organlarıyla) bir idrâk değildir. Vecd denilen hâl işte budur.5
“Vecd”i yaşayan âşık, artık hayatın başka bir tarafına konumlanır ve her şeyi kendisine açılan bu yeni pencereden seyretmeye başlar. Doğrusu aşk bir derttir lakin âşık kişi, bu dertle yaşamaktan memnundur.
“Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcumdan tabîb
Kılma dermân kim helâküm zehr-i dermânundadır.” diyen Fuzûlî gibi o da bu derde derman olacak şeyin aslında zehir olduğunu, asıl dermanın ise bu dert olduğunu düşünür. Bu anlamda Şeyh Galip’in mütekerrir beyti bu fikirle çelişiyor gibi görünse de hakikatte “âşıkda keder neyler” ifadesinin hareket noktası da bu düşüncedir.
Şair beyitte “Keder”i başka bir tarafa yönlendirmekle onun ne çeşit bir üzüntü/ keder olduğunu ifade etmektedir. Keder, âşığa değil dünya halkına aittir. Bu çeşit keder yani dünyaya, “Kesret”e dair bir keder âşıkta bulunmaz. Fakat nasıl? Hakiki Sevgili’ye meftun olup aşkının derdiyle sermest olan âşık bir istiğrak hâlinde ondan başka her şeyden, hatta kendinden dahi elini çeker. Kendi varlığının bilgisine ancak “Benlik”i yahut “Ene”si ile ulaşabilen insanın benliğinden/varlığından vazgeçtiği bu noktada kesrete dair her şey de benliği ile birlikte kendisinden ayrılır. Kesretten kurtulan “Vahdet”e ulaşır. Vahdet yurduna erişen kimsede ne gam ne tasa bulunur. O çokluğun dehşeti karşısında birliğin güzelliğine yakînen şahit olmuştur. Aşk derdini duyan, dünyanın kederinden kurtulur.
MUKTEDÎR DEĞİL, ÂŞIK!
Şeyh Galip, “Âşıkta keder olmaz” manasına gelen ifadeden önce, bu hâlin nasıl tezahür edeceğinin formülünü verir:
“Tedbîrini terk eyle takdîr Hüdâ’nındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır
Birdenbire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devrân olalı devrân erbâb-ı sefânındır”
“Tedbirini terk et zira takdir muhakkak ki Allah’ındır. Üstelik sen yoksun, o kendinde farz ettiğin benlikler şüphe ve zanlardan ibaret hayallerindir. Aşkı aniden bul, o hediye ancak bulanındır. Öyle ki dünya, dünya olalı rahat ve huzur sahiplerine aittir.”
Tedbir, bir şeyi önlemek veya olmasını sağlamak maksadıyla başvurulan çareye verilen isimdir. Arapça dubur, “Son, arka” kökünden sonunu düşünmek, idare etmek manasına gelir. Hadiseler ve insan arasındaki ilişki bu dikkatle devam eder. İnsan en küçük meselenin, hadisenin veya “Şey”in sonunu düşünerek ve onu idare etmeye çalışarak yaşar. Benliğinin ve varlığının devamlılık arzusu bu hissi sürekli olarak körükler. İnsan başına gelebilecek “Kötü” işleri bu his ile def etmeye çalışır durur. “Son” ise bütün iyi ve güzel şeyler için en kötüsüdür. Hayat güzeldir. Kainat güzeldir. Evlat ve eş güzeldir. Mal, mülk ve şöhret güzeldir. Güzel, güzeldir. Başta her şeyin devamını sağlayan hayat olmak üzere vazgeçmenin neredeyse mümkün olmadığı ne de çok güzellik vardır!
Zeval-i lezzete katlanamayan insan onların sürekliliğini sağlayabileceği vehmine kapılır ve tedbir alır. İnsan tedbirine güvendikçe ona saplanır. Tedbire saplanmak ise “Ben muktedirim” demenin başka bir adıdır. Hâlbuki “Takdir muhakkak ki Allah’ındır.” Şeyh Galip bu mısralarda dikkatleri asıl kudret ve iktidar sahibi olan Allah’a yöneltir. İnsanın vehmettiği benlikleri “Kudretleri” Allah’ın kudreti ve iktidarı karşısında ne olabilir? “Sen yoksun” ifadesi çarpıcı olduğu kadar ferahlatıcıdır. Çünkü, O’nun -Kadir olan Allah’ın- “Takdîr”ine sığınıp “Tedbir” çilesinden kurtulmak, vehim ve vesveselerden âzâd olmak insanın sahip olabileceği en büyük güzellik ve asıl hürriyettir. Tedbirini yani vehmî kudretini terk etmek; benliğinden sıyrılmak, dünya gamından kurtulmak ve sırtındaki ağırlıkları indirip feraha kavuşmaktır. Âşık kişi tedbire değil, takdire yaslanır. Zahirî güzelliklerin son bulmasından telaşa düşüp hüzünlenmez. O, “Sefâ erbâbı”ndandır. Aşkı birdenbire bulur! O hediye, “Bulanındır.”
ÖZRÜ NEDİR AZRÂ’NIN?
Vamık ve Azrâ aslı Helenistik Dönem’e dayanan bir halk hikâyesidir. Azrâ (delimemiş inci, bakire) Parthanopé, Vâmık (âşık) “Metiokhos” kelimesinin Arapçasıdır.6 Hikâye Arap Edebiyatı’na geçtikten sonra yayılmış, İslâmî edebiyatlara uyarlanmıştır. Klasik Türk şiirinde de Vâmık ve Azrâ mesnevileri yazılmış, iki sevgilinin ismi mazmun olarak da kullanılmıştır.
Şeyh Galip de müseddesin bir diğer altılısında bu âşıklara işaret eder:
“Ey dil sen o dildâra lâyık mı değilsin ya
Dâvâ-yı muhabbette sâdık mı değilsin ya
Özrü nedir Azrâ’nın Vâmık mı değilsin ya
Bu gam ne gezer sende âşık mı değilsin ya”
“Ey gönül, sen o gönül alan (sevgiliye) layık mı değilsin? Yoksa muhabbet davasında sadık mı değilsin? Azrâ’nın kusuru nedir acaba Vâmık mı değilsin? Bu gam sende ne arıyor, âşık mı değilsin?”
Âşıkta kederin ne aradığının sorgusu yapılan mısralarda Şeyh Galip söz konusu olabilecek çeşitli sebepler sunar. Acaba âşık sevgiliye layık değil midir? Bir kusur mu işlemektedir? Muhabbet davasında sadakatsizlik edip “Âşık” sıfatına yakışmayacak şeylerle mi meşguldür? Bu mısralar, insanın nefsine uyup dünyaya ve günahlara dalmasını hatırlatır. Günah işlemek yahut emirleri yerine getirmemek Allah ile kul arasındaki bağa, kulun sadakatsizlik etmesidir. Böylelikle bağ gevşer ve insan Hakk’tan ayrı düşmekle gam ve kedere gark olur.
Şeyh Galip, bu mısralarda cevap beklemeksizin soru sormak suretiyle (istifham) anlamı güçlendirerek asıl söylemek istediklerini daha tesirli kılmıştır. “Azrâ’nın kusuru nedir?” derken Azrâ’nın kusurlu olabileceğine ihtimal vermez. “Vâmık mı değilsin ya” ifadesi, bu ihtimali ortadan kaldırır. Azrâ yani sevgili elbetteki kusurlu değildir. Ama belki de âşık olduğunu iddia eden sen; Vâmık değilsindir, diyerek âşığın aşkını sorgular. Çünkü eğer Vâmık ise bu gam onda (âşıkta) bulunmaz. Sufi için dünya gamı yoktur. Eğer ki varsa bir denetlemeye ihtiyaç var demektir. Bu mısralar tasavvufi bir terim olan “Murakabe”7 kavramını da hatırlatmaktadır.
1 Altışar mısralık bentlerden oluşan manzûme
2 Son iki mısraı bentlerin sonunda tekrarlanan (müseddes)
3 Beşir Ayvazoğlu, Aşk Estetiği, Kapı Yayınları, Haziran 2017, s. 51
4 Kubbealtı Lügatı
5 Erol Güngör, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, Yer-Su Yayıncılık, s. 113
6 A. Naci Tokmak, Vâmık ve Azrâ, TDV İslâm Ansiklopedisi
7 Bir dervişin dış dünya ile ilişkisini kesip iç alemine dalarak özünde hissettiği Allah’a yönelmesi ve O’nun huzurunda kendini denetlemesi durumu, Kubbealtı Lügatı