Pazar, Aralık 22, 2024

Osmanlı’da Çiçeklerin Dili

Aysun Kara

Paylaş

“Çiçeklerin olmadığı yerde insanlar yaşayamaz.” diyen Napoleon hiç abartmış değildir. Çünkü çiçek, tabiatın bir parçası olduğu kadar insanoğlunun yaşamının her alanında karşısına çıkar. Bazen bahçelerimizde, evimizde, taş duvarların süsüdür; yeri gelir genç kızların oyasında sevdaların dili oluverir. Öyle ki kadınlara çiçek isimleri konulur. Nergis, Gül, Yasemin, Lâle… Peki, çiçekleri bizim için bu kadar önemli kılan nedir?

Yakın tarihimize uzandığımızda çiçek merakı Osmanlı Devleti’nin en parlak döneminde karşımıza çıkar: Kanuni Sultan Süleyman. Kanuni’nin çiçeklere ve bahçelere ayrı bir düşkünlüğü vardı. İstanbul, Kanuni döneminde birbirinden güzel bahçeler ile donatılmıştı. “Şükûfenâme” adlı eserde anlatılana göre Kanuni Sultan Süleyman’ın ünlü şeyhülislâmı Ebussuûd Efendi’ye Bolu’dan bir lâle soğanı hediye olarak getirilir, Ebussuûd Efendi de bu getirilen lâle soğanını bahçesinde yetiştirir. Dönemin şeyhülislâmının bahçesinde yetiştirdiği lâleler halk tarafından da örnek alınır. Böylece İstanbul’da ilk lâle merakı ve yetiştiriciliği başlar. Zamanla bu merak bir tutkuya dönüşür. İstanbul’un bahçeleri lâleler ile bezenir.

Bu ilginin üzerine o dönemde bir “Çiçek Severler Derneği” kurulur. Derneğin başına getirilen çiçekçibaşı ise padişah tarafından tayin edilirdi. Sultan İbrahim tarafından 1641 yılında Sarı Abdullah Efendi’ye “Şükûfecibaşılık” yani çiçek yetiştiricileri şeyhliği beratı verilmiştir. Çiçek yetiştiricileri, yetiştirdikleri birbirinden güzel çiçekleri çiçekçiler meclisine sunar; meclis bu çiçekleri inceler, daha önce eşi benzeri görülmeyen bu çiçeklere yeni isimler verilirdi. Aynı zamanda bir yarışma düzenlenirdi. Yarışmaya sıradan çiçek yetiştiricileri katılamazdı. Bazı Şükûfenâme’lerden edinilen bilgilere göre İstanbul’da değerli lâle soğanları bin altına alınıp satılırdı. Belki de “Lâle Devri” ifadesi 3. Ahmet zamanından çok bu döneme yakışırdı.

ANADOLU’DAN AVRUPA’YA

Osmanlıların çiçek sevgisi Avrupalıların dikkatini çekmişti. Avrupalı diplomatlar Türk bahçelerinde yetiştirilen çiçek zenginliği karşısında şaşırıp kalmış bu bitkileri kendi ülkelerine de tanıtmışlardı. 1570’li yılların sonunda Osmanlı devletine gelen Salomon Schivegger padişahın çiçek bahçeleri hakkında şu sözleri sarf eder: “Sözü yine süs bahçelerine getirmek istiyorum. Bunlardan birine gittim. Adına ‘Karabali’ diyorlar. İlk gözüme çarpan yan yana üç atlının rahatlıkla geçebileceği genişlikteki bir yoldu. Yol boyunca ve yolu dikine kesecek biçimde ikişer adım aralıklarla çok güzel serviler dikilmiş, ağaçların arasında bir buçuk insan boyunda hoş görünümlü biberiyeler yetiştirilmişti.” 16. yüzyılda batıdan gelen elçilik heyetleri zaman ile çiçekleri ülkelerine taşırlar ve böylece Anadolu’dan Avrupa’ya çiçek ticareti başlar. Anadolu’nun çiçekleri Avrupa’nın bahçelerini süsler.

ŞÜKÛFENÂMALER YAZILIYOR

“Şükûfe” kelime manası olarak açmamış çiçek anlamına gelir. Osmanlı devletinde 17. yüzyılda çiçek yetiştiriciliği artık bir usta çırak ilişkisine dönüşmüş ve o dönem İstanbul’da bir sanat hâline gelmiştir. I. Mahmut da bu sanat ile ilgilenmiş pek çok lâleye isim babalığı yapmıştır. Aynı dönemde çiçek ile ilgili bilgileri içeren kitaplar yazılmaya başlanmıştır. “Şükûfenâme” adı verilen bu kitaplar, çiçek yetiştiriciliği merakını anlatır. Örneğin, Sultan Ahmet ve Nevşehirli İbrahim Paşa zamanında yazılan “Defteri Lâlezar-ı İstanbul” adlı kitap binlerce lâlenin ismi, yetiştiricileri ve özellikleri hakkında değerli bilgilere yer verir. Zamanla çiçek yetiştiriciliği hakkında bilgilerin artmasıyla, kitaplar da arka arkaya gelir. 1660 yılında yazılan Ali Efendi’nin resimli şükûfenâmesinden sonra Mehmet Ubedi’nin kitabı ve 20 küsür sene sonra Mehmet Lâlezârî’nin iyi bir lâlenin nasıl yetiştirileceğini anlatan “Mizanül Ezhâr” adlı kitabı bu alanda yazılmış önemli eserlerden bazılarıdır.

ŞARKTAN MEKTUPLAR

1716 yılında eşi İngiltere’nin Osmanlı elçisi olarak atanınca, Leydi Mary Wortley Montagu eşi ve oğluyla birlikte İstanbul’a gelir. Lâle devrinin başlangıcı olan bu dönemde iki yılını geçiren Leydi Montagu, İngiltere’de bulunan arkadaşlarına İstanbul’daki izlenimlerinin en ince ayrıntılarını içeren birçok mektup yazar. Çiçeklerden söz ettiği “Şarktan Mektuplar” adındaki kitabında şöyle bahsetmiştir: “Parmağınızı bile oynatmadan çiçekler ile tartışabilir, azarlayabilir, dostluk, aşk, nezaket mektupları yazabilir ve hatta haber bile gönderebilirsiniz.”

Yine bu dönemde Thomas Allom ve Edmondo de Amicis de bu gizli çiçek dilinin varlığını teyit etmişlerdir. 18. yüzyılda İstanbul’da bulunan Allom, yazdığı mektubunda portakal çiçeğinin ümit, kadife çiçeğinin ümitsizlik, horoz ibliğinin değişmezlik, lâlenin ise sadakatsizlik anlamına geldiğini belirtir. Allom’a göre selam adı verilen çiçek demetleri de mektup yerine geçiyordu. Hatta sayılarına ve çeşitlerine göre sevgililerin birbirine karşı duygularını ifade ediyordu.

Allom yine mektuplarında Türk kadınlarının çiçek, meyve, ot, tüy gibi şeyleri dillendirmekte büyük maharet gösterdiklerini, bir demet çiçekle çok şey anlatabildiklerinden bahsetmiştir. Mektuplara göre sevgililerin dilinden çiçeklerin anlamları ile ilgili birkaç örnek:

Mayıs gülü: Güzelsin, hoşsun

Sarı gül: Kalbim sürekli bir azap ve keder içinde

Yasemin: Aşkından ölüyorum

Şebboy: Sana tahammülüm kalmadı

Muhabbet çiçeği: Sende beni sev

Katmerli menekşe: Sevgimiz yeni başlıyor

Lavanta çiçeği: Aşkım müthiş

HALKIN ÇİÇEĞİ EĞRELTİOTU

Tabiatın süsü çiçek, köyler ve kasabalarda da gereken ilgiyi görmüştü. Taşra da çiçeklere çok güzel isimler verilirdi. Kimi zaman bu isimler yaşanmışlıklara göre kimi zamansa benzetmelere göre belirlenirdi. Mesela, papatya; taşradaki akbaba, ak çiçek; ballı balcı, ibi bohça; irisine oğlan göbeği, ufağına bodur oğlan derlerdi. Bazen de çiçekler kullanım durumuna göre farklılık gösterirdi. Mesela, yoğurt mayalandıktan sonra üzerine konulan çiçek yoğurt çiçeğiydi.

Halkın çiçeği başkaydı. Gelincik; Gangılızdı, Çoban Gülü; Çattın Çanak, Lâle Gardaş; Ganıydı. Nergis olmuştu Nazlı Kız. Menekşenin ismi Çoban Çoluktu. Kısacası; halkın çiçeği Eğreltiotu misali samimiyet kokardı.

ORKİDE MİSALİ OSMANLI

Orkide sevgiyi, zarafeti, gücü, asaleti temsil eder. Devleti Aliyye-i Osmaniye de bir orkide misaliydi. Güçlü bir devletti. Aynı zamanda da zarafet sahibiydi. Osmanlı devletinde çeşitli milletten insanlar yüzyıllar boyunca bir arada barış içerisinde yaşadılar. Dini, mezhebi, rengi ne olursa olsun bu insanların ortak paydası Osmanlının adil, merhametli, hoşgörülü bir yönetime sahip olmasıydı. Devleti Aliyye zamanında her millet kendi geleneklerini rahatça yaşayabiliyordu. Farklı milletten olan insanların geleneklerine de saygı duyuyorlardı. Gelenek ve göreneklerin etkin olduğu o yıllarda bu geleneklerden biri de pencere önüne konulan çiçeklerdi. Eğer pencerenin önünde sarı çiçek varsa “Bu evde hasta var.” anlamına gelirdi. Evin önünden hatta bu sokaktan geçerken gürültü yapmayın, rahatsızlık vermeyin gibi anlamlar taşırdı. Yine o dönemde pencere önünde kırmızı çiçek konulursa “Bu evde gelinlik çağında bekâr kız var, evin önünden geçerken konuşmalarına dikkat et.” gibi anlamlar ifade ederdi.

ÇİÇEKLER SESSİZ KONUŞURLAR

Atalarımızın yaşamlarına baktığımızda adil, merhametli, hoşgörülü ve bir o kadar da zarafet sahibi olduklarını görüyoruz. Onlar ki yaşamlarını bu kavramlar üzerine kurmuş hatta çiçeklere yükledikleri anlamlarda bile yine bu kavramlardan yola çıkmışlardır. Çünkü onlar çiçeğe değer vermenin aslında insana değer vermek olduğunu biliyorlar ve çiçeklere yükledikleri anlamları insanlarda arıyorlardı. Bir çiçeği yetiştirmenin insan yetiştirmek ile aynı şeye denk geldiğini fark etmişlerdi. Peki, her şeyin yapay bir kılıfla cansızlaştırıldığı modern çağımızda, bizler çiçekleri ne olarak görüyoruz? Biz de sessiz konuşan bu canlılara ne gibi anlamlar yüklüyoruz? Bunu bir düşünmeli, zihnimizde muhakeme etmeliyiz.

İlginizi Çekebilir

İlginizi Çekebilir