Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu geniş yüz ölçümlü topraklar ile üç kıtaya yayılması ve 600 yıl boyunca siyasî varlığını devam ettirmesi kuşkusuz eğitim sistemine verdiği önemle doğru orantılıdır. Beylikten devlete, devletten dünya imparatorluğuna geçen Osmanlı, ilerlemesini sürdürmenin nitelikli ve zengin insan yetiştirmek ile olacağını biliyordu. Farklı eğitim kurumları tesis ederek devlet yönetimini güçlendiren padişahlar, fethettikleri her yerde, halkın ihtiyaçlarına cevap verebilmek adına cami, mektep ve medreseler inşa etmişlerdir. Bunların içerisinden medreseler, Osmanlı döneminde yaşamış pek çok bilim adamını yetiştirerek kültürel ve bilimsel alanda devletin gelişmesini sağlamıştır.
MEDRESE SİSTEMİ
Arapça’da “Derase” kökünden gelen “Medrese” kelimesi, öğrencinin ilim öğrendiği yer anlamına gelmektedir. Medrese geleneğini Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dönemindeki Ashab-ı Suffa’ya kadar götüren görüşler mevcuttur. Ancak sistemli bir kurum olarak bu yapının çıkması, Büyük Selçuklular dönemindeki Nizamulmülk’ün Bağdat’ta kurmuş olduğu Nizamiye Medreseleri ile olmuştur. Osmanlı Devleti, Selçukluların başlattığı bu sistemin temel dinamiklerini alarak üzerine kendilerine has eklemeler yaptıkları dönemin “Yükseköğretim Kurumu” olarak nitelendirilebilecek kurumlarını inşa etmişlerdir.
Medreseler, zannedilenin aksine sadece dinî eğitim verilen kurumlar olmamışlardır. Hadis, fıkıh, mantık, kelam gibi dinî ilimlerin yanı sıra edebiyat, hitabet, geometri, tıp, gökbilimi gibi pozitif bilimlerin de öğretildiği medreselerde hem dinî ilimler alanında uzman hem de müspet ilimlerde başarılı kişiler icazet almıştır. Müslüman devlet anlayışına sahip olan Osmanlı’da bu çok yönlü eğitim sayesinde, bürokrasi, mimari, tıp ve sanatta görev yapacak kişiler hem dinî hem de fennî ilimleri tahsil edebilecekleri medreselerde yetişiyordu.
İLK MEDRESELER
İlk Osmanlı medresesi, 1330 yılında İznik’in fethini müteakip Orhan Gazi tarafından kurulmuştur. Daha sonra Bursa ve Edirne gibi aynı zamanda devlete başkentlik de etmiş olan şehirlerde medreseler kurulmaya devam etmiştir. Osmanlı Devleti’nde başkent olan üç şehirde, Bursa, Edirne ve İstanbul’da göze çarpan tarihî binaların en önemlileri, eğitim kurumlarına ait binalardır. Fatih’in İstanbul’u fethiyle başlayan dönem, Osmanlı ilim hayatı ve medrese teşkilatı için yenilikçi adımların atıldığı bir devre olmuştur. Fatih’in inşa ettirdiği “Sahn-ı Seman Medreseleri” olarak bilinen yeni medrese, 15. yüzyılın ikinci yarısından 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar varlığını sürdürmüştür. Medresenin içinde bulunduğu külliyede; misafirhane, aşhane, kütüphane, muvakkithane, hastahane ve kervansaray gibi oluşumlarda vardı.
Fatih Camii’nin geniş avlusunun önünde yapılan bu medrese, o zamanın üniversitesi rolündeydi. Devrin en ünlü bilginleri bu medreselerde bilgi üretmişler; bilim adamı, yönetici ve devlet ada[1]mı yetiştirmişlerdir.1 Timurlular devrinde Semerkant’ta yetişmiş, daha sonra Osmanlı ülkesinde büyük bir şöhret kazanmış olan Türk astronom ve matematikçisi Ali Kuşçu, Fatih’in ısrarı üzerine İstanbul’a gelmiştir. Kendisine yolda geçirdiği her gün için bin akçe tahsis edilmiş, Sahn-ı Seman Medreseleri’nin programını düzenlemesi rica edilmiştir. Daha sonra Fatih, Ali Kuşçu’yu yüksek bir aylık ile Ayasofya Medresesi’ne müderris tayin etmiştir. Onun Ayasofya Medresesi’nde astronomi ve matematiğe ait dersleri İstanbul ulemâsı arasında oldukça rağbet bulmuştur.
Medrese eğitiminin temel unsurunu müderrisler oluşturuyordu. “Müderris” medresede ders veren kişi manasına gelmektedir. Özellikle ilk devir Osmanlı eğitim sisteminde talebenin hangi medresede okuduğu önemli değil, hangi hocadan ders aldığı önemliydi. Özellikle icazetnâmelerde hoca silsilesine vurgu yapılırdı. İlk Osmanlı medreselerinde ders veren müderrislerin çoğu İslâm dünyasının tanınmış ilim merkezlerinde yetişmişler, sonradan gelerek ders vermek üzere istihdam edilmişlerdir.2
Eğitim veren müderrislerin tarihî kaynaklarda zikredilen vasıfları da ayrıca dikkat çekici bir konudur. Pek çok örnekte âlimlerin vasıflarının dindarlık, olgunluk (Kemâl) ve fazilet üzerine kurulu olduğu görülür. Onlar halim-selim, mütevazı, ârif, ilmiyle amel eden, nesebi temiz, itibar sahibi, mütetebbi (Araştırıcı), müteverri (Dindar, vera sahibi), ilimler denizine aşina insanlar olarak vasıflan[1]dırılmışlardır.3
PADİŞAHLARIN İLME KARŞI MUHABBETİ
Eğitim kurumlarının sadece âlimlerin evlerinde verdiği ders halkalarıyla veya camilerde verilen derslerle sınırlı kalmayıp zenginleştirilmeye çalışılmasının açıklaması, padişahların ilim öğrenmeye karşı duydukları derin muhabbettir. Sahn-ı Seman Medreseleri’nin kurucusu Fatih Sultan Mehmet’in ilme olan muhabbetinden dolayı günlük hayatta ulemâ yani ilim adamı kıyafetini ve sarığını kullandığı rivayet edilir. Yine, bir âlimin atının ayağından kaftanına sıçrayan çamur için Yavuz Sultan Selim’in, “Sıçrayan çamur, bana şeref verir. Öldüğüm zaman bu çamurlu kaftanı sandukamın üzerine koysunlar.” diye vasiyet ettiği bir devirde,4 o devrin insanlarının ilme önem göstermemesi düşünülemezdi. Nitekim medreseler sadece padişahlar tarafından değil gerek devlet erkânı tarafından gerekse halkın içerisinden zengin kişilerin eliyle de farklı yerlerde kurulmaya devam etmiştir.
Fatih’ten sonra Kanuni Sultan Süleyman’ın kurduğu Süleymaniye Medreseleri, bu kuruma yeni bir soluk getirmiştir. Bu dönemde medreseler küçükten büyük sınıflara doğru yükselen on iki kademeli bir sistemde örgütlenmiş ve bu sistem aşağı yukarı imparatorluğun sonuna kadar sürmüştür. Süleymaniye Medresesi’ni kendinden öncekilerden ayıran özelliği, ordunun hekim ihtiyacını karşılamak için eklenen Tıp Medresesi ve Darüşşifa ile matematik öğretimi için kurulan dört medresenin olmasıdır. Bu sayede dinsel konular dışındaki alanlarda eleman yetiştiren bir kurum olma özelliği kazanmıştır.
BİR GELENEK: CERRE ÇIKMAK
Osmanlı medreselerinde de günümüzdeki yaz tatiline benzer şekilde tatil bulunuyordu. Medreselerde eğitim gören talebeler üç aylar diye bilinen Receb, Şaban ve Ramazan aylarında tatile çıkıyorlardı. Medrese talebeleri bu üç aylık süre zarfında “İrşad ve tecdid” gayesi ile memleketlerine gitmek yerine Anadolu’nun küçük köy ve kasabalarında dağılarak halkı eğitiyorlardı. Bu sisteme “Cerre Çıkma” denilmekteydi. Bu sistem sayesinde eğitim imkânı olmayan kentli ve köylüler eğitiliyor, merkez ve taşra arasındaki eğitim ve kültür farkı bir nebze olsun ortadan kaldırılmaya çalışılıyordu.
MEDRESELERİN AKIBETİ
Osmanlı Devleti’nde yöneticilerden, saray erkânına, bilim adamlarından âlimlere kadar yetişmiş büyük şahsiyetler, eğitime verilen ehemmiyetin sayesinde tarihin parlak sayfalarında yer edinebilmişlerdir. Ve bu parlak sayfalar, eğitimin parlak olduğu dönemlere aittir. Büyük şahsiyetlerin yetiştiği medreseler, asırlarca hizmet sunmaya devam etmiş ancak 16. yüzyıldan sonra Osmanlı Devleti’nin gerilemesiyle birlikte en iyi eğitim kurumları olan medreseler de eski niteliklerini kaybetmeye başlamıştır. Nihayetinde 1924 yılında kapatılan ve geçmişte ilme verdiği hizmetler unutulmaya yüz tutan medreselerin, yüzyıllarca hükümdarlık yapmış bir devletin bilimsel ve fikrî çalışmalarını yürüttüğü gerçeği maalesef göz ardı edilmektedir. Hâlbuki her alanda ağırlıklarını hissettiren medrese mezunları kimi zaman padişahların hocaları, kimi zaman devlet dairelerinde vazife alan kişiler, kimi zaman ise bilim adamı olarak ülkelerine hizmet etmiş kimselerdir.
1 M. Ali Beyhan, Cumhuriyetin Kuruluşundan Günümüze Eğitimde Kademeler Arası Geçiş ve Yeni Modeller Uluslararası Kongresi, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 2015, 13-16
2 Mehmet İşpirli, İslâm Ansiklopedisi, 2003, 28/330
3 Fahri Unan, “Osmanlı Medrese Ulemâsı: İlim Anlayışı ve İlmî Verim”, Koomduk İlimder Jurnalı (Sosyal Bilimler Dergisi), (Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Dergisi, Bişkek 2003), 5/24
4 Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Târihi, Ötüken Yayınları, 1977, 3/254