Herkesin daha çok ekranlardan tanıdığı biraz da hiddetli biri olarak yorumladığı Ömer Tuğrul İnançer sizce kimdir, kısaca tanımlar mısınız?
Evvela hiddetli kısmını açayım. Müslümanlık sadece yetim başı okşayan bir peygamberin tebliğ ettiği bir din değildir. Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) merhameti tartışmaya değmeyecek kadar gerçek bir hakikattir. Ancak Zât-ı Seniyye-i Peygamberi yalnız şefkat ve merhamet timsali olarak göstermek başka veçhelerini inkâr etmek demektir. O mübarek el, yetim başı okşadığı kadar kılıç kabzası tutmuş, mızrak atmıştır. Bu, farkında olmasak da bizi pasifize etmek isteyenlerin bize empoze etmek istediği bir şeydir. Cenâb-ı Peygamberin merhamet tarafını öne çıkarmak isteyen hocalarımız, vaizlerimiz (Hepsinden Allah razı olsun) hep güzelliğini, iyiliğini, hoşluğunu anlatıyor, mücadelesini hiç söylemiyorlar. Hâlbuki peygamberin mücadeleleri çok aşikâr bir şeydir.
“Aman kimsenin gönlü kırılmasın öyle de olur böyle de olur.” diye yumuşak söyleye söyleye gerçeklerden uzaklaştık. İlahiyat profesörü namı altında bir adam çıkıyor, “Ben protokol sevmem, Peygamber’e adıyla hitap ederim.” diyor, kimseden ses çıkmıyor. Peygamberime adıyla hitap edilmesine ben müsaade etmem! Çünkü Hucurat Suresi’ni biliyorum. Bize hep amel etmenin önemli olduğunu öğrettiler. Hâlbuki Hucurat Suresi’nde Allah Teâlâ mealen buyuruyor ki: “Benim Habibimin huzurunda terbiyesizlik ederseniz yani sesinizin tonu O’nun sesinin tonunu geçerse amellerinizi yok farz ederim.” Buradan anlıyoruz ki Cenâb-ı Peygamber’e hürmet amelden üstündür. Çünkü Allah hürmetinizi, muhabbetinizi yok ederim demiyor, amellerinizi yok ederim diyor.
İkincisi ben hiddetli konuşmuyorum. Öyle de olur, böyle de olur gibi ne dediği belli olmayan bir konuşma yerine Matematik kadar sabit bir ilim olan İslâm’ın gerçeklerini söylüyorum. Dinleyicilerimiz kat’i konuşmaya alışkın olmadığı için sert diye bakıyor, hâlbuki sert değil. Mesela, Cenâb-ı Peygamberin idam emri verdiğini pek bilmiyoruz çünkü Cenâb-ı Peygamberi bilmiyoruz.
Bedir’de Efendimizin karşısına çıkıp “Ben çok fakirim, çok çocuğum var, okuma yazma da bilmiyorum. Ne fidye ödeyebilirim ne sizin çocuklara bir şey öğretebilirim. Beni affedin.” diyen birisine, “Tamam çocuklarının hatırı için seni affediyorum.” diyor. O’nun merhametini göstermek için bu kısmı hep anlatılır. Kendisine kılıç çekene bile böyle affedici davranıyor. Ama devamını anlatmıyorlar. Bu kişi Uhud’da Efendimizin karşısına tekrar çıkıyor, tekrar aynı yalanları merhamet dilenmek için söylüyor. Efendimiz buyuruyor ki: “Ben sana Muhammed’i iki defa aldattım dedirttirmem, vurun boynunu.” Bunları da bilmemiz lazım.
Asabiyyet-i diniyyesi olmayanın imanı noksandır. Bana her türlü sövebilirsin, dövebilirsin ama ay yıldızıma, vatanıma (Vatan, Lozan’la sınırları çizilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti değildir. Vatan, Çin Seddi’ne kadar uzanan bilâd-ı İslâmiyedir.) Muhammed Mustafa’ma söz söyleyemezsin. “Korkaklıktan, tembellikten, faydasız ilimden Sana sığınırım Ya Rabbi!” diyen bir Peygamberin ümmeti olarak benim bir asabiyyet-i diniyyem var. Dinime laf söyletmemem hiddetli olduğum için değil… Çok doğru çok kat’i köşeli laf söyleyen hiddetli laf söylemiş zannediliyor. Baygın bir insanın yüzüne çarptığın bir bardak su veya ayılması için attığın tokat onun için şiddet değil şefkattir. Konuşmalarım hiddetli geliyorsa şefkatimdendir, şiddetimden değil. Benim işim muhabbettir, muhabbetin gereğini yerine getiriyoruz.
Çocukluğunuzu babanızın işi münasebetiyle farklı şehirlerde farklı kültürlerin tanışıklığı ile geçirmişsiniz. Seyahatlerle küçük yaşta tanışmış olmanızın hayatınız üzerindeki etkisi nasıl oldu?
Lise dönemlerim babamın memleketi olan Bursa’da geçti fakat bir ayağım hep İstanbul’daydı. Bursa ve İstanbul dışında aklımın erdiği, bana tesir eden net bir yer yok. Çok küçük olduğum için hatırlamıyorum ama değişik muhitlerde bulunmanın şuuraltıma bile tesir ettiğini düşünüyorum. Mesela, annem temizlik yaparken daha önce görmediğim bir şekilde başını bağlardı. Anneme “Sen sokakta başını böyle örtmüyorsun, misafirlikte böyle örtmüyorsun, temizlikte neden böyle örtüyorsun?” diye sormuştum. Annem de “Bak oğlum, bu kadar harekete rağmen başım hiç açılmıyor. Yezidî bir komşumuz vardı, o hanımdan öğrendim.” demişti.
Pek çok Müslümanın zannettiği gibi Allah’ın Rabbu’l-Müslimîn olmadığını Rabbu’l-Âlemîn olduğunu, Efendimizin (Sallallahu aleyhi Vesellem) de Rahmeten li’l-Müslimîn değil Rahmeten li’l-Âlemîn olduğunu biliyorum. Onun için ben insanların sıfatına değil zâtına bakarım. Adam hanımının başı açık diye başkasına selam vermiyor. Bu terbiyesizliktir. Efendimiz Yahudi’ye, putpereste selam veriyordu. Biz Peygamber’den yüce miyiz? Bunları doğru yapabilmemiz için Kur’an, tefsir, hadis, fıkıh, kelam ilmine değil siyer ilmine ihtiyacımız vardır. Canlı Kur’an olan Resulullah’ın hayatından kendimize örnekler biçip o örnekleri hayatımıza adapte edersek adam olabiliriz. Yoksa Kur’an-ı Kerim böyle dedi der, geçeriz. Terliyken soğuk su içmenin zararlı olduğunu bildiğimiz hâlde içiyorsak o bilgi bir işe yaramıyor demektir. Uygulamayı da kendi kendimize değil ancak Resulullah’ı taklit ederek yapabiliriz.
Benim bütün derdim, insanlarda bir merak uyandırıp onların Resul-i Kibriya Efendimizin hayatını tetkik etmelerine vesile olmaktır. “Hangi kitabı okuyalım?” diye çok soruluyor. Bu zamana kadar hangi mevzuyu tek kitap okuyarak öğrendik? Hiçbir kitap tek başına bir şey veremez. Efendimizin hayatını konu alan ansiklopedi maddesi, makale, doküman neyse hepsini okumalı, O’nun hayatını öğrenmeliyiz. Marifet kitap değil, O’nu okumaktır.
Hukuk bölümünü okumaya nasıl karar verdiniz? Sizi bu bölüme yönlendiren biri/birileri olmuş muydu?
Ben 1946 doğumluyum. Dedem çok müsamahalı çok bilgili bir zattı. Kadı yetiştirilmek üzere Osmanlı’nın son döneminde açılan Kadılık Mektebi’nde okumuştu. Askerlik zamanında seferberlik olduğu için altı sene sonra askerden dönebilmiş, dönünce de mektep kalmamış. Kadı olma isteği vardı ama olamadı. Sülalemizde de kadılar vardı mesela, büyük büyük peder Kadı Salih Efendi’ydi. Yine rahmetli halamı bir hâkim adayı istemiş, dedem halamı tereddüt etmeden vermişti. Hukukçu sevgisi ailede vardı.
Doğduğum vakit dedem ezanımı okurken “Ömer gibi adaletli olsun.” diyerek adımı Ömer Tuğrul koymuş. Dedemin duasının da tesiri olabilir. Lisedeyken ya Hukuk ya Edebiyat okurum diye düşünüyordum. Hukuk’u hâkim olmak için okudum. Okurken babama yük olmayayım diye işe girdim, şöyle böyle oldu.
Bu arada özel hocalardan Mukayeseli Fıkıh okudum. Kıymetli bir ilim ama beni önceden olduğu kadar cezbetmedi. Beni muhabbet cezbetti. Fıkıh, kanunlar, kaideler saygı ile bakılacak kurumlardır ama muhabbette saygıya lüzum yoktur. Çünkü insan sevdiğine saygısızlık yapamaz. Onun için ben sevgiyi tercih ettim. Ettim değil ettirildim.
Ayetler birer formüldür. Kur’an’daki ayetleri lafzı ile sınırlı tutmak Allah’ın kelamına ve Zât-ı Seniyye-i İlâhiye’sine sınır koymak demektir. Mesela, şöyle bir ayet var: “Kim ki Resul’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” Buradaki itaat kelimesini kaldırın: “Kim ki Resulullah’ı üzerse Allah’ı üzmüş olur.”, “Kim ki Resulullah’a asi olursa Allah’a asi olmuş olur.” Allah kitabında ne buyuruyor: “Benim Resul’üm size ne verdiyse onu alın, neyden çekinmenizi emrettiyse ondan çekinin.” Demek ki benim için sünnet farzdan daha az kıymetli değil, aynı derecede kıymetlidir. Sünnet farz ayrımı mükellefiyetler açısından doğrudur ama muhabbet açısından birbiri ile mukayese edilmez. Hepsi başımızın tacıdır. Hepsini seve seve yaparız.
Müzikle olan irtibatınız nasıl başladı, ilk eğitiminizi ne zaman aldınız?
Biz Cumhuriyet dönemi talebeleri olarak okullarda bağlama yerine mandolin, kaval yerine flüt çalınarak büyütülen çocuklarız. Ortaokulda müzik hocamız sesimin kalınlığı ve müziğe yatkınlığımdan dolayı beni Öğretmenler Derneği’nde Batı müziği dersi almaya yönlendirdi. Üç sene derslere gittim. Viyana operasında çalmış Hamdi Daner diye bir piyanistimiz vardı. Bir gün ona dedim ki “Hocam bu öğrettiğiniz bana beni söylemiyor. Ben artık gelmeyeceğim.” O müzik ruhumu ifade edemedi.
Evde dedemin ilâhileriyle büyümüştüm. Annem de çok iyi bir müzik dinleyicisiydi. Alaaddin Yavaşça radyoda çıkacağı zaman işini ona göre ayarlar, oturup onu dinlerdi. Çünkü müzik herhangi bir işe eşlik edecek kadar basit bir şey değildir. Ders çalışırken başka bir şey yapılır mı? Müziğin de öyle dinlenmesi gerekir.
Sonra Saadettin Kaynak’ın talebesi Ankara Kocatepe Camii müezzini rahmetli Tahir Karagöz’den evde özel ders almaya başladım. Saba, Hicaz, Hüseynî makamlarında ezan okumayı öğrendim. Dedemin arkadaşlarından Bursa Yeşil Camii İmamı Hafız Kadri Efendi amcadan İsfehan makamını öğrendim. Bursa Musiki Cemiyeti’ne devam ettim. İstanbul’a geldiğimde Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne gittim. Sonra bu musiki tamam da bunun itici bir gücü, iç dinamiği olması lazım diye düşündüm. Büyük bestekârların hepsinin derviş olduğunu görünce Tasavvuf Müziği’ne eğildim. Bu tasavvufun müziği; bir de kendisinin olması lazım deyip tasavvufa yöneldim.
Usul keyfiyeti, tasavvuf musikisinde başkadır. Efendimiz niçin Habeşli, azatlı bir köle ile bir ihtiyar körü müezzin seçti? Zahire baktığın zaman biri köle biri ihtiyar bir kör. Hazreti Abdullah’ın (Radıyallahu Anh) çok gür sesi, Hazreti Bilal’in de (Radıyallahu Anh) yakıcı bir sesi var. Mekke’nin fethinden sonra da Efendimiz bizzat Ebu Mahsure isimli 14 yaşında ezanı çok güzel ve melodik okuyan bir genci müezzin tayin ediyor. Demek ki Resulullah da musikiye önem vermiş.
Allah Zü’l-Celal dilerse kıyamet için emir vermeyi yeterli görebilirdi ama İsrafil’e sur üflettirmeyi diledi. Haşr için de yine İsrafil sura üflüyor. Yani bir sada, ses, sur ile başlatıyor her şeyi. Bunlar da beni musikiye teşvik etti.
Musiki öyle bir cevherdir ki özellikle Amasya, Manisa, Bursa ve Edirne Darüşşifalarında sadece delileri değil, böbrek, safra kesesi, kalp, ciğer, mide gibi tüm hastaları musiki ile hasta tedavi ediyorlardı. Mesela, Davud (Aleyhisselam) bir peygamberdi ve bir müzik aleti olan mizmar çalıyordu. Allah’ın haram ettiği bir şey olsaydı mizmara izin verir miydi? Doğru kullanırsan eşyanın helali haramı olmaz. Şişenin içine zemzem de koyarsın rakı da koyarsın. Şişenin kabahati yoktur. Musiki de böyledir.
“Hayatım” diye ifade buyurduğunuz Muzaffer Ozak Efendi ile tanışmanız nasıl olmuştu?
Musiki vasıtasıyla Konya’da bir Mevlevi büyüğüyle karşılaşmıştık. Bazen sadece yüzünü görmek için bir iki saatliğine Konya’ya giderdim. Senesini tam hatırlamıyorum İstanbul’a geldiğinde beni Muzaffer Efendi’ye götürdü ve dedi ki: “Bundan sonra bunun terbiyesi sana ait Hacı Bey.” O şekilde tanıştık. Elhamdülillah on bir sene hizmetinde oldum. Şimdi de yolunun hizmetindeyim.
Hayatınıza en çok tesir ettiğini düşündüğünüz üç isim? Bu isimler hangi yönleriyle sizi etkiledi?
Dedemi (Babamın babası) çok severdim.16 yaşımda kaybettim fakat ben 16 sene boyunca hep dedeme benzemeye çalıştım. Her zaman cebinde şekerle gezerdi ve sokaktan geçen çocuklara şeker verirdi. Mahallede bizim evden başka bir evde ev hamamı yoktu. Haftada bir kere beni ve mahallede babası olmayan bir çocuk vardı onu mutlaka yıkardı. Hem de çocuk mahzun hissetmesin diye ayrı ayrı değil aynı anda yıkardı. Mesela, biz tebeşirle bir şey çizmiş sokakta oynuyoruz, oyunumuz bozulmasın diye öteki sokağı dolaşır eve öyle gelirdi. Muzaffer Efendi’nin bazı hâllerini de ona benzetirdim.
Lisede başarılı bir talebe değildim. Edebiyat hocam İbrahim Dekak bana edebiyatı çok sevdirdi. Hâlâ aklımda kalan beyitler ve mısralar vardır. Eski edebiyatımızın, eski lisanımızın güzelliğini ve sanat yapabilme özelliğini ondan öğrendim. Onun için lisanım biraz eskiye çalar. Kavramları o kelimelerle ifade etmeyip zamane kavramları kullandığınızda kavramlar noksan kalıyor.
İnsanın varoluş serüveni hep bir yolculuk teması üzerine kurulu. İnsanın asıl yolculuğu nereye, kimedir?
Kendinden kendinedir. Şeyh Galip Dede, “Hoşça bak zâtına zübde-yi âlemsin sen.” buyuruyor. Hakikati arama yolculuğudur. Biz hem nefis hem gönülle yaratılmışız. Nefsinden emir alma değil, nefsine emir verme yolculuğuna “Seyr-i Sülûk” denir. Allah yeryüzüne halife kıldığı, Esma’sını verdiği, ruhundan ruh üflediği insanı yok olmak için değil, muhtelif safhalardan geçirip ebedî bir hayata nail kılmak için yaratmıştır. Biz şimdi o safhalardan dünya safhasındayız sonra ahiret hayatını yaşayacağız. Dikkat edin, ahirete gideceğiz değil ahirette yaşayacağız. Ana rahminde de yaşıyorduk. Öldük ve dünyaya doğduk. Dünyadan ölmeden de ahirete doğamayacağız. Ahiretten de öleceğiz ve ebedî hayata dirileceğiz.
Şimdi bize şuur ve irade verilen dünya safhasındayız. İstikâmet sahibi olmak, irademizi kullanıp nefsimize mağlup olmamaktır. Bu da bir yolculuktur.
“İnsan küçük kâinat, kâinat büyük insan” diye bir fikir/söz vardır. Peki, insan kâinatı tanıdıkça mı kendisini daha iyi anlar, kendisini tanıdıkça mı kâinatı daha iyi idrak eder?
İnsan küçük kâinat değildir. Âlem-i kübra insandır, âlem-i suğra kâinattır. Düşün ki her şey senin için ve sen Allah içinsin. Dünyanın nehirlerinden daha uzun bir sinir kilometresine sahipsin. Bu zahirî bir örnek… Bir de hakikate baktığın zaman dünyada bir magma tabakası var. Öfkelendiğin zaman sende de magma tabakası oluyor; sinirleniyorsun, bağırıyorsun, terliyorsun. Hâsılı her sende olan kâinatta vardır. Çünkü gaye sensin! İsme değil âlem-i manaya bak.
İnsan kendini tanıdıkça kâinatı, onun da ilerisinde Allah’ı daha iyi idrak eder. Bizde ne kadar huy varsa Allah’ta olduğu içindir. Bizde üzülmek var ise Allah’ ta da üzülmek var, biz de kızmak varsa Allah’ta da var, bizde affetmek varsa Allah’ta da var. Bizim ki nisbî, Rabbimdeki mutlaktır. Ara sıra kediye mama, çiçeğe su veriyorsun yani sen kendin kadar Rezzak’sın ama Allah kara gecede, kara taş üstünde, kara karıncaya rızık verecek kadar mutlak Rezzak’tır. Kendinde olanları çok iyi tahlil ettiğin zaman Allah’ı daha iyi tanımış olursun.
Her insan kendi içinde başka bir âlemdir ve herkesin yolculuğu kendine hastır. Fakat yine de “Seyr-i Sülûk” dediğimiz manevî yolculuğun herkes için olmazsa olmaz adabı/şartları var mıdır, varsa nelerdir?
Adabı şartları vardır ama herkes için değildir. Kur’an-ı Kerim de insanlara çeşitli hitaplar vardır. Bir tane özel hitap var; “Ya eyyetuhe’l nefsu’l mutmainne.” Yaratan, bir nefis derecesine hitapta bulunuyor. Bu demektir ki insanlar Allah’ın emir ve yasaklarına, Resullullah’ın gösterdiği yola elinden gelenin tamamı ile riayet ettiği zaman nefs-i mutmainneye kadar kendi kendine yükselebilir. Sonraki ayet “İrciî” diye devam ediyor, bu “Öl” demek değil, “Bana gel” demektir. “Nefs-i mutmainneye ulaştığın hâlde Bana daha gelemedin!” Devamı, “İla Rabbike” yani Rabbe değil “Kendi Rabbine gel” Herkesin Rabbi kendi zannına göredir. İbni Arabi Hazretleri’nin buyurduğu, “Herkesin Rabbi kendinedir.” lafı doğrudur. “Sen Rabbinden razı Rabbin senden razı olarak gelmen için Benim kullarımın arasına gir.” Kulluk irade ile elde edilen yüce makamdır. Mahlûk olmak kul olmak değildir.
Nefs-i mutmainneye kadar bir insan zor da olsa kendi başına gelebilir. Sonra mutlaka Allah’a kul olma yüceliğine erişmiş insanların arasına veya yoluna girmiş olması lazımdır. Her kulun kendine mahsus bir cazibesi vardır. İnsanları Allah yolunda avlamak için de tarikatlar vardır. Adam sarhoştur ama sen, “Bir gel bakalım tekkeye, arkadaşlarla beraber ol, bir tekke çorbası iç.” diye hoşça çağırırsın. İçinde varsa muhabbetinden istifade edebilirse içkiyi de bırakır, namaza da başlar. Ama seyr-i sülûkun esası nefs-i mutmainneden sonra olur. Biz yürürken evvela emekledik sonra annemizin babamızın elini tutarak yürüdük, biraz daha büyüdüğümüzde elimizin tutulmasına hacet yoktu ama karşıdan karşıya geçerken biz elimizi vermesek de annemiz zorla tuttu. İşte tasavvuf ve tarikat el tutarak yürümek demektir.
Hayatınıza dönüp baktığınızda “Şunu iyi ki yapmışım” ya da “Şunu keşke yapmasaymışım” dedikleriniz var mı?
Tabii, olmaz mı? Ama Rabbimiz yaptığı hatadan tövbe eden kimsenin o hatayı yapmamış gibi olduğunu söylüyor. Bir bu, bir de kötüyü yapmamış olmamın pişmanlıktan kurtardığı durumlar oldu. Rabbim bana aklıma dahi gelmeyen birçok nimet lütfetti. Önceden bana, “Sen dört defa hacca gideceksin, sayısını unutacağın kadar umre yapacaksın, yirmi kere Amerika’ya gideceksin, dünyayı gezeceksin.” deselerdi anca gülerdim. İbrahim Tennûrî Hazretleri gibi “Nârın da hoş, nurun da hoş” diyecek kadar efe değilim. Ben haddimi bilerek hep “Nurun da hoş, nurun da hoş” derim.
Memnun olmak budur. Memnuniyet Rabbine olan şükrü artırmıyorsa nefsanidir. Bu şükrü, O’nun sözünü dinleyerek emirlerine uyup yasaklarından kaçarak göstermeye çalışıyorum. Kabul edip etmeyeceğine karışamam, ben bana emrolunanı yaparım, kabul etmesi için de yalvarırım. Kabul etmese de şükrümüze devam edeceğiz.
Şahsiyet sahibi olmanın ve şahsiyet sahibi bir kimse yetiştirmenin ipuçları nelerdir?
Şahsiyet sahibi nesil yetiştireceğiz derken ipin ucunu kaçırıp “Ben” merkezli çocuklar yetiştirir hâle geldik. Bu cümle üzerine tefekkür ederseniz cevap anlaşılır. Şahsiyet sahibi olmak sadece hak talep etmek, bu benim hakkım diye bağırmak değildir. Gençler biraz da vazifelerini düşünsünler. Haklarının peşlerinde koştukları kadar vazifelerinin peşinde koşmayı öğrensinler. Başı boşluk hürriyet değildir. Bugün şahsiyet sahibi olalım diye “Ben” merkezli bir dünya olduk. Bu zamanın gençleri “Ben” merkezli olmayı bırakıp eski tabirle diğergâm olmalı, başkalarının mutluluğunda mutluluğu aramalıdırlar. Kendisini mutlu ettim zanneden unutmasın ki sadece aldanmış ve oyalanmıştır. Çünkü biz yalnız kendimize yeterli olmak için bu dünyaya gelmedik ve hiçbir insan kendi kendine yeterli değildir. Gençliklerinde birçok şey yaşayıp bizim yaşımıza geldiklerinde pişman olan o kadar çok kişi gördüm ki. Gençlik büyük bir nimettir ama israf haramdır ve zaman israfının telafisi yoktur. “Ben” merkezli olmayı ve hak peşinde koşmayı bırakıp vazife peşinde koşmayı öğrenirsek çok daha mutlu oluruz.
Ne sıklıkla seyahat edersiniz? Yolculuklarınız genelde planlı/iş seyahatleri midir yoksa “Yolda olmak” için seyahat eder misiniz?
Ömrümde bir defa tatil yaptım. Onun dışında vazifeler için gidiyorum. Mesela, geçen hafta Bosna’ya Kültür Bakanlığı heyeti olarak görev yapmak için gittim. Hac ve umreyi saymıyorum. Muzaffer Efendi ile 7-8 defa Amerika’ya gidip geldim. İş gereği olan seyahatler çok oluyor ama yolculuk deyince Efendimizin şu sözünü bir kenara not edelim: “Evvela arkadaş sonra yol.” Yolda doğru arkadaş edinmek lazım. Benim yolculuk sırasında en güzel arkadaşım eskiden Mushaf-ı Şerif’ti. Şimdi telefonda her şey var, oradan okuyorum.
Hayat yolculuğunda gençler arkadaşını iyi seçmeli. Arkadaşım bana, “Bara gidelim.” diyecekse hiç arkadaşlık yapmamalıyım. Ama arkadaşlık yapmamak küsmek demek değildir. Onun da o kötülüğünü önleyici tedbir almak benim Müslüman ve insan olarak vazifemdir. Efendimiz başkasının Müslüman olmasından bir menfaati olmadığı hâlde yanağına ok girdi, dişi kırıldı, ayağına dikenler battı ama hak yoldan vazgeçmedi.
Bu yolculuklar bana yolu da sevdirdi. Aynı zamanda bu yaşta ciddi motive kazandırıyor. Mesela, bakanlıkta çalışırken öyle işlerimiz olurdu ki sabahleyin uçağa binip otele bile uğramadan doğru prova yerine gider, provayı yapar, üstümüzü başımızı değiştirip akşam konser yapar sonra uçakla dönerdik.
Yolculuk rutinim dediğiniz bir şey var mı?
Yol sırasında Kur’an okurum çok hoşuma gider başka rutinim yok. Elli senedir her aralık ayında Konya’ya gitme rutinim var. Fırsat buldukça iki senede bir umre yapmaya giderim.
Size yadigâr kalan en kıymetli eşyanız?
Anneannemin annesinden kalan çok büyük yazılı Mushaf-ı Şerif.
Yanınızdan hiç ayırmadığınız bir şey?
Evimin anahtarı.
Sizi en çok ferahlatan ayet/ hadis/dua?
“Rabbenâ âtina fi’d-dünya haseneten ve fi’l-ahireti hasene.”
Sizi çocukluğunuza döndüren bir koku var mı?
Bursa’nın şeftali kokusu.
Yaşamayı en çok sevdiğiniz şehir?
Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Saadet Dairesi’ni gören evim olduğu için İstanbul.
Kullanmaktan en çok hoşlandığınız deyim?
Bu da geçer ya Hu.
Hangi Sahabi ile arkadaş olmak isterdiniz?
Hiçbirini birbirine tercih edemem.
Musiki de en sevdiğiniz makam?
Hissiyata göre değişir.
Birinden bir şey isteyecek bir ruh hâlinde isem Hüzzam, pastoral bir düşüncede isem Hüseynî.
Uçak mı, tren mi, özel araçla mı seyahat?
Özel araçta hürriyet vardır.