Gençlik yıllarınızda maddi zorluklar çekmeniz okuma azminizi ve isteğini asla kırmamış, bilakis daha da güçlendirmiş. Zorlukların yaşam serüveninizdeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Batılı bir düşünürün güzel bir sözü var. Diyor ki “Büyük hayalleri olanlar büyük adımlar atarlar, küçük hayalleri olanlar da küçük adımlar atarlar.” Rahmetli babam bana çocukluğumda “Hayal” aşılar ve “Geleceğin olsun, iyi işler yap, faydalı işlerin insanı ol, vatana millete hizmet et, köyde kalma, oku, ilim irfan sahibi ol.” derdi. Çocuk da olsanız bu söylenenler dünyanızda yer ediyor. Ancak bir yandan da nasıl olur diye düşünüyorsunuz; köydesiniz, tarlada çalışıyor, çobanlık yapıyor, kırlarda dolaşıyorsunuz. İnsanların mahrumiyetlerini, tarlada ellerinin nasıl nasır tuttuğunu, yüzlerinin nasıl güneş yanığı olduğunu görüyorsunuz. Kısacası hayatınız sıkıntılarla başlıyor. Sıkıntılar da sizi yavaş yavaş hayata hazırlıyor. En azından benim için böyle oldu.
Babam, “Oğlum, okur musun, saman sepeti mi taşırsın?” diye sormuştu, ben de: “Okurum!” demiştim. Okumaya karar verdikten sonra geri dönüşü yoktu. Tabiatım gereği bir karara vardıktan sonra, o kararımdan kolay kolay geri dönem. Bu sebeple o çocuk hâlimde bile okul hayatımda karşılaştığım birçok sıkıntıya göğüs gerdim. Herhangi bir çocuğun kaçacağı ortamlarda direndim, kaçmadım, ısrarla kaldım. Yorulmadım mı? Çok yoruldum. Ama zahmet olmadan rahmet olmaz. Bu dünya, tembellerin dünyası değil. Tembeller ikici derece kalıyorlar, eziliyorlar, başkalarına yük oluyorlar. Cenab-ı Hakk beni yük olan değil, yük alan birisi olarak yaratmış. Ben hep yük alarak yaşadım, yük olarak değil.
Yağmur şiirini yazdığınız üç aylık süre zarfında “Duvarlarla konuştum.” dediğinizi biliyoruz. O üç ay boyunca neler hissettiniz, Peygamber şairlerinden olmak hayatınızda ne gibi değişimlere yol açtı? Bu şiirin oluşum sürecinin size ne gibi olumlu akisleri neler oldu?
Çünkü karşımda duvarlar vardı. Birisi olsaydı, onunla konuşurdum. Odadasınız, duvarlarla değil de neyle konuşacaksınız?
Hayatımdaki değişikliklere gelince epey dua aldım çok şükür, hâlâ alıyorum. Cenab-ı Hakk dualardan birisini kabul etse bizden razı olur, biz de tüm günahlarımızdan affolunuruz değil mi? Peygambere (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yakın olmak niye önemli? Çünkü Allah’ın bize gönderdiği elçiler silsilesine, son elçi Peygamberimize (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yakın olmadan Allah’a yakın olunabilir mi? Bugün mesela Ehl-i Sünneti, Peygamberi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dışlayarak “Sadece Kur’an!” diyen insanlar türemiş. Siz kim oluyorsunuz da Allah’ın dışlamadığını dışlıyorsunuz? Bizim O’na yakınlığımızı, Ashabın O’nu korumasını görmüyor musunuz? En çok neye üzülüyorum biliyor musunuz? Peygamber Efendimiz bugün olsa o insanlar Peygamberimizden “Allah korusun!” diyerek kaçacaklar. Oysaki Peygamberin kılına zarar gelmesin diye onlarca oka siper olmuş Sahabiler var. Niye koruyorlardı peki? Çünkü Allah’ın Kur’an’da ismiyle andığı, kendi ismiyle beraber andığı, yarattığı tek varlık…
Ashab-ı Kiram oklara göğüs gererek O’nu korumuşlardı, siz de şimdi kaleminizle…
Gücümüzün yettiği kadar! Efendimize, Peygamberimize (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hücum edenler beni çok üzüyor, hele ki Müslüman olduklarına inanıyorlarsa. Biz haddimizi bileceğiz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yaratıcı değil, hâşâ. Kur’an açıkça beyan ediyor, O da bizim gibi bir beşer. Ama Cenab-ı Hakk O’nu seçmiş; özenmiş, tertemiz yaratmış. Neden? O’na bakarak hayatımızı düzenleyelim diye. Cenab-ı Hakk’ın seçtiğine tâbi olmak zorundayız. “Biz Kur’an’a tabiyiz, Muhammed de insanlardan biriydi.” diyemezsin! Eğer dersen ahirette bunu karşılığını görürsün.
Bu sebeple “Yağmur” Naat-ı Şerifi Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) için benim kul dünyamdan atılmış bir adımdır. Bu adımların Allah tarafından da Peygamber tarafından da kabul gördüğüne inanıyorum. Çünkü çok büyük bir bereket kazandı şiir. Bütün Türkiye’de Müslümanların okuduğu bir şiir hâline geldi. Bu durum karşısında ben de şükrediyorum. Ama bununla övünerek, “Ben Yağmur şairiyim.” demiyorum. Çünkü her şeyin sahibi Allah. Ben kendi kendime bir şey var edemem. Yağmur’u yazan gönlün sahibi ben değilim.
Naatınızı yazmadan önce de birçok şiir yazmış ama her vakit hep bir naat yazmanın aşkı ve iştiyakını içinizde taşımışsınız. Sizin için naatın olmazsa olmaz oluşunun nedeni neydi?
Dünyanın ayakta alkışladığı bir şair olsam ne olacak? Ölüp gittiğimde onların alkışı beni kurtarır mı? Kurtarmaz. Her şeye bir şiir yazdım ama Peygamberimize (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir şiirim yok. Neye yarayacak? Hangi alkış Peygamberin tebessüm edip işaret ettiği bir şairin payesinin ya da seviyesinin yerini tutabilir. Buna inanıyorum ve buna inandığım için de naat yazmak, Peygamberi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir şiirde dile getirmek benim için muhteşem bir deneyim oldu. Çünkü O’nun tebessümüne hayranım ve O’nu rüyamda tebessüm ederken gördüm. Tebessümle ilgili hadislerini okuduğumda hep hayal ederdim ve ne mutlu bana ki rüyama da tebessümüyle geldi. Bu kadar mübarek, bu kadar güzel… Dolayısıyla yüz bin tane şiir kitabım olsa altı milyar insan tören yapıp beni ayakta alkışlasa ne olacak ki? Kim beni ölümden kurtarabilir? Kim bana cennet verebilir? Kim benim ruhumu mutlu edebilir? Benim için hiçbir şey Efendimin rüyama girip tebessüm etmesi kadar değerli değil.
Peygambere (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şiir yazabilecek genç nasıl olmalıdır, nasıl yetişmelidir/yetiştirilir?
Samimi olması yeterlidir. Samimi bir şekilde Peygamberimiz seven bir genç, şair ise kalemi onunla dile gelebilir. Çünkü Efendimiz samimi idi, gösterişi yoktu; insanlar O’ndan emindi, yalan söylemezdi. Her şeyi ile samimiydi. Mütebessimliğiyle de kızgınlığıyla da. Dolayısıyla şimdi bir genç O’nun samimiyet sıfatını üzerinde taşıyıp O’nu samimiyetle severse, durumu ne olursa olsun şairse kalemi O’nunla dile gelebilir.
“Hâlâ yazmak istediğim şeyler var, hatta onları yazmazsam gözüm açık giderim.” sözü yazı hayatına yeni başlamış biz gençleri çok heyecanlandırıyor. Sizce yazmak sonu gelen bir şey midir, bu aşkın kaynağı nedir?
Yazmayı şair ya da yazar kendi sonlandırır, yoksa yazmak sonu gelen bir şey değildir. Niye kendisi son verir? Birincisi, kişinin artık isteği, arzusu, hayali kalmaz ve “Yeteri kadar yazdım.” der sonlandırır. İkincisi de kendisini geliştirmez, okumaz, yeni şeyler öğrenmez, olduğu yerde kalır. Yani atı alan Üsküdar’ı geçer, o gerilerde kalır, yazamaz. İki şekilde şair ya da yazar kendisini geriletir ve neticesinde yazmaya son verir. Bunların farkında olduğum için mümkün mertebe kendimi sürekli yeni şeylerle donatmaya çalışıyorum. Ve inanıyorum ki son anıma kadar bir şeyler yazmaya ve üretmeye devam edeceğim. Çünkü Cenab-ı Hakk bana bu arzuyu bu isteği vermiş. Bir an geliyor içim konuşmaya, coşmaya başlıyor. Bu coşkunluğu dış dünyadan ya da ilmî âlemden aldığım bilgilerle sürekli mücehhez hâle getirebilirsem devam ederim diye düşünüyorum.
Biz genç yazarların, bu yolda dikkat etmesi ve hayatının mihenk taşı yapması gereken hususlar nelerdir?
En öncesi kişiliktir. Kişiliği olmayan adam yazsa ne olacak ki? Gencin; kuralları, prensipleri, inancı olacak. Hercai, yanardöner olmayacak. Neye inanıyorsa sağlam inanacak, ayağı sağlam basacak. Hele de Müslümansa sağlam olacak ya hu! Paraya pula eyvallah etmeyecek, menfaatlerin önünde takla atmayacak. Yazmayı, para kazanmanın bir aracı olarak düşünmeyecek. Yazmayı, yeni nesillere bırakacağı eserlerin aracı olarak düşünecek. Tüm bunları düşündüğü zaman genç kardeşimiz daha kişilikli, daha sağlam yetişir. Bunları niye söylüyorum? Çünkü ben kırk sene önce neysem şimdi aynıyım. Hiçbir tavrımda – Allah’a çok şükrediyorum – değişiklik olmadı. Dün de emeğimle çalışıyor, bedava hiçbir şey beklemiyordum; bugün de beklemiyorum. Eskiden şairlere yazarlara caizeler (Karşılık) verilirmiş, onları ayakta tutmak için. Hayatımda hiç caize beklemedim; Müslüman genç şair de caize beklemeyecek.
Babanızın ve dedenizin hayatınızdaki yerlerinin çok farklı olduğunu daima ifade ediyorsunuz. Onlar gerek telkinleri gerek örneklikleriyle yaşamınızın büyük mimarları imiş. Eğer ki onların varlığı hayatınıza değmemiş olsaydı şu anki Nurullah Genç olur muydunuz?
Çok zor olurdu. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” buyuruyor. Anne baba, aile çocuğuna damga vuruyor. Çocuk o damganın doğru olduğunu anlıyorsa güçlendiriyor, yanlış olduğunu anlayabiliyorsa değiştirmeye çalışıyor. Ailemin, dedemin, annemin, babamın vurduğu damga bugün ki Nurullah Genç’in ortaya çıkışının esas temelini oluşturuyor. Bunun için şükrediyorum. Dünya zengini bir baba insanı sevindirebilir. Peki, gönlü zengin olmayan bir baba çocuğuna ne bırakabilir ki? Dedemin de babamın da gönlü zengindi ve dolayısıyla dünyanın en zengin insanlarıydılar. Babam iki divanı; Yunus Emre’nin ve Niyazi Mısri’nin bütün şiirlerini ezberden okurdu. Dedem, amcalarım yine öyle. Bakıyorum ki onların bize vurduğu damga o kadar mübarek bir damga ki bu sayede bugün bütün Türkiye’de insanlar bize dua ediyorlar.
Çok çeşitli ilgi alanlarınızın olduğunu biliyoruz. İktisat, akademisyenlik, meclis üyeliği, bilardo, satranç, fotoğrafçılık gibi. Bu kadar çeşitli ilgi alanlarına sahip olmanın size rûhî ve maddi anlamda getirileri neler oluyor?
Büyük faydası var. Evvela bir yere takılıp kalmıyorsunuz. Hayatınız zenginleşiyor, renkler değişiyor. Bilardo oynuyorsunuz, kalkıp fotoğraf çekiyorsunuz, gidip iktisadi bir meseleye bakıyorsunuz, banka ile ilgili karar alıyorsunuz, ardından dönüp şiir yazıyorsunuz. Romanın başına oturuyorsunuz, arkadan gidip uluslararası bir oyuncuyla satranç maçı yapıyorsunuz. Çok büyük bir renk kazanıyor hayatınız.
Hayatında hiç canı sıkılmış bir adam değilim, çünkü hep koşturma hâli içindeydim. Bunun çok büyük bir faydası var. Allah insana çeşitli kabiliyetler vermiş, kendi subutî sıfatlarıyla donatmış. Sen bu kadar kabiliyetli bir varlığı yalnızca bir alana mahkûm ediyorsun. Bundan daha büyük bir zafiyet ve zarar olamaz. Modern dünya, iş bölümü, uzmanlaşma diye diye insanları tek alanlara mahkûm etti.
Örneğin, siz hem iktisatçı hem şairsiniz.
Evet, gidip bankacılıkla, finansla ilgili karar alıyorum, dönüp bu tarafta harflerle şiir dünyasına gömülüyorum. Ben bunları üstün kabiliyetli olduğum için mi yapabiliyorum? Hayır, sadece çalışıyorum. Çalışarak yapıyorum. Allah bu imkânı vermiş bize. Gençlerimiz birden fazla işle meşgul olabileceklerini bilsinler. Eskiden âlimlere söylenen yedi tuğla sahibi olma özelliği bundan kaynaklanıyordu. Allah birçok iş yapabilme kabiliyeti vermiş, biz çocuklarımızı, gençlerimizi güdükleştiriyoruz. Hakikat bu değil.
Gençler konusunda hep ümitvâr olduğunuzu hissettiriyorsunuz. Herkes “Gençlik elden gidiyor.” der iken siz gençliğin gözünde ışık var diyorsunuz. Bu fikri ve hissi sizde diri tutan nedir?
Gençliğe dair umudumu dile getirdiğimde insanlar bana “Tozpembe bakıyorsunuz.” derlerdi. Oysa hakikaten ummadığımız bir genç, ummadığımız bir davranışı gerçekleştirebilir. Burada bilinçaltına tesir eden kadim kültürümüz var. Gençleri hafife almayın. Onlar bizim dünyamız için önemli. Onun için ümitvâr olmamız lazım. Tabii ki ümitvârlığımız bizi tembelliğe düşürmemeli. Çalışacağız, gençlere zaman ayıracağız, uğraşacağız.
Toplumda sevilen, özellikle lise çağlarındaki taze kalplere giren biri olarak, yaşama dair nasihatleriniz var mıdır?
Onlara yaşama dair en önemli nasihatim şu: Zaman sonsuz değil mekân size ait değil. Yani ömrünüz sınırlı. Bilin ki gençlik çağı geçer, olgunluk çağı gelir. Olgunluk çağı geçer, yaşlılık çağı gelir ve ömrünüzü kaybedersiniz.
Yaşamın kıymetini bilin. Plansız programsız yaşamayın. Dünya sadece eğlence yeri değildir. Dünya aynı zamanda ıstırap yeridir, bir şeyleri kazanırken bir şeyleri de kaybettiğimiz yerdir. Büyüyeceksiniz, elinize avucunuza bir şeyler geçecek ama bununla beraber yavaş yavaş bir şeyler de kaybedeceksiniz. Gün gelecek annenizi, babanızı, çevrenizi, tanıdığınız birçok insanı kaybedeceksiniz. Ve bir gün, siz de kaybedilenlerden olacaksınız. Bunun için zamanınızı boşa geçirmeyin. Oturun hayaller kurun ve çalışın ki sizin çocuklarınızda sizden sonraki çocuklara bir şeyler bırakacak insanlar olarak büyüsünler. Gençlikte bu disiplini, bu zihniyet dünyasını elde ederseniz olgunluk çağınız verimli, yaşlılığınız bilgece olur. Ama siz gençlik çağında tepesinde heyhey rüzgârları esen, paranın ve eğlencenin sanki dünyanın asıl amacıymış gibi anlam ifade ettiği bir çizgide yaşarsanız değer verdiğiniz her şey bir gün sizi fena vurur. Paranın sizi kurtaramayacağı, eğlencenin hoşunuza gitmeyeceği bir gün gelir. O gün gelmeden bugünün kıymetini bilin.
Dünya ıstırap yeridir demişken, bir şiirinizde:
“Aşkın ve acının vadilerinden geçerek yürümeyi öğrendi kalbim
Minyatür bir kalbe sığar mı benim denizleri tutuşturan gözlerim”
diyorsunuz. Aşk ve hüzün kelimeleri sizin için ne ifade ediyor?
Ömrümün özetidir bu satırlar. Zaten aşkın ve acının vadilerinden geçerek yürümeyi öğrendi kalbim. Bu dünyada yürürken bir tarafımda aşk vardır, bir tarafımda acı. Aşk dediğimizde karşı cinse duyulan bir ilgiden bahsetmiyorum. Bir şeye aşkla bağlanarak yaşamaktan bahsediyorum. Elbette ki dünyadan kopmayacağız. İşimizi aşkla yapacağız, aşkla oynayacağız oyunumuzu, aşkla bağlanacağız eşimize, dostumuzu aşkla seveceğiz, aşkla büyüteceğiz çocuğumuzu. En büyük aşkla Peygamberimizi seveceğiz. Sonsuz aşkla Rabbimizi seveceğiz. Aşk, yalnızca bir erkek bir kadına bağlanacak kadar küçük bir kavram değil.
Aşk, bütün kâinatın varlık sebebi. Onun için aşkın ve acının vadilerinden geçerek yürümeyi öğrendi kalbim. Acı da var çünkü bu dünya bizim sonsuz dünyamız değil, biz yeryüzüne sürgün edilerek gönderildik. Bunun hüznünü, bunun acısını yaşıyoruz. Bizdeki hüznün karşısında Batı medeniyetinde somurtkanlık, depresyon, korku, kaygı vardır. Kısacası, bizdeki hüzün ne kadar naif ve güzelse Batı’daki korku ve ıstırap o kadar ürperticidir.
Günümüz şairlerini ve popüler kültürün şiirini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ümit veren bir gelişme söz konusu mu? Yoksa şiirin aslını gölgelediğini mi düşünüyorsunuz?
Şiirimiz bazı çalkantılar içerisinde debelenip durdu yıllardır. Cumhuriyet döneminde değişik şiir akımları ortaya çıktı. Doğrusu Osmanlı Devleti yıkılırken yeni bir sistem gündeme gelince iktisadî, sosyal, kültürel anlayış değişti ve Batılılaşma pek çok alana damgasını vurdu. Edebiyatta da öyle. Batı’dan edebî akımlar ithal edildi. İthal edilen edebî akımlar bizim edebî zevkimizi ve hassasiyetimizi bozdu. Dolayısıyla bu durumun günümüze çok etkili yansımaları oldu.
Bugün şiirimizin çok can yakan bir tarafı var. Dergilerde yüzlerce şiir yayınlanır ama bir tanesi bile ezbere girmez. İnsanlar bunları taşımaz, birbirlerine okumaz. Peki, nereye gidiyor o metinler? Mesela, son on yılda dergilerde yayınlanmış bütün şiirleri, Türkiye’de sağ sol demeden uç uca ekleseniz muhtemelen Üsküdar’dan Eminönü’ne kadar gelir. Toplumda kaç kişinin gönlünde, ezberinde bunlar? Peki, şiir niye ezberlenmeli? Şiir ahenkli söz demektir. Dolayısıyla ezberlenmezse taşıyıcısı olmaz, birileri ondan ilham almaz, birilerinin hayatına tesir etmez. Ancak maalesef günümüzde arızalı bir şiir yapımız var.
İktisat alanında profesör olmanıza rağmen edebiyat alanında da çok sevilen ve takdir edilen çalışmalarınız var. Dışarıdan bakıldığında birbirine zıt gibi gözüken bu alanlar birbiri ile ne kadar bağlantılı sizce?
O kadar iç içe ki aslında, bunları biz birbirinden ayırmışız. İnsan, her ilmin konusu. Mesela, sayısaldan veya sözelden haberdar olmayan birisi bizzat kendisi fizik biliminin konusudur. Bir fiziki tarafı var çünkü. İnsan matematiğin konusu; parmakları, sayıları var. Astrolojinin konusu çünkü uzayda bir yer işgal ediyor. Coğrafyanın, tarihin, antropolojinin konusu… Yahu neyi kaldı geriye? Bunlardan hiç haberdar olmayan biri bütün ilimlerin konusu zaten, siz nasıl ayırıyorsunuz. Kişi aynı anda iktisatla da ilgilenebilir edebiyatla da. İktisat için “Kıt kaynaklarla insanın ihtiyaçlarını karşılama bilimi.” demiyor muyuz? Edebiyat da kıt kelimelerle sonsuz duyguları ifade etme sanatı. İkisi de tasarruf. Biri kelimeden, biri kaynaktan tasarruf…
“Her şey zıttıyla kaimdir.” Sözünün en pratik şekilde hayatımıza yansıyan yönü ne olmalıdır?
Her şey zıddıyla kaimdir çünkü hak dediğinizde bâtıl karşınızda. Siyah dediğinizde beyaz karşınızda. Güzel dediğinizde çirkin karşınızda. İyi dediğinizde kötü karşınızda. Ahlâk dediğinizde ne iyi ne kötü. İktisat dediğinizde ne az ne çok. Edebiyat dediğinizde ne güzel ne değil. Bütün kavramlar zıddıyla anlam kazanıyor. Çirkin olmasaydı, güzellik ve çirkinlik olur muydu? Hiç bâtıl olmasaydı hep hak olsaydı, bâtıldan söz edebilir miydik? Onun için her şey zıddıyla kaim.
Kâinatta her şeyin birbiriyle irtibatı ve kendi içinde bir düzeni var. Özellikle insani ilişkilerimizdeki tavırlarımız birbirimizi ciddi manada etkilemekte ve âdeta kelebek etkisi oluşturmakta. İnsanlar olarak bu düzenin bir parçası olduğumuzu ve etkin bir rol oynadığımızı çok çabuk unutabiliyoruz. Bu düzenin bir parçası olduğunu zihnimizde nasıl taze tutabiliriz?
Altı milyar insanın bir parçasıyım. Bu insanları birer domino parçası olarak kabul edersem benim bir hareketim altı milyarlık insanı etkiler. Bir kötülük yaparsam bu tüm taşlara ulaşır. Ben bu şekilde kabul ettim. Ve her yaptığım hareketin, bu altı milyarlık dünyada sadece insanları değil, hayvanları, bitkileri, yeryüzünü, gökyüzünü, kâinatı etkileyeceğine inandım. Çünkü ben yanlış bir şey yaparsam burada bir bitkiyi öldürürsem ya da bir hayvana zarar verirsem o hayvanı yeryüzüne bir denge için göndermiş olan Rabbimin koyduğu dengeyi bozmuş olurum. Onun için benim vazifem zarar vermemek.
Mesela, eğer bana zarar verirse engellerim ama durduk yere de gidip bir yılanı öldürmem. Fotoğraf çektiğim zamanlar karşılaştığımda arkadaş sen kendi yoluna, ben kendi yoluma derim. Kuşun yuvasını bozmam. Çünkü bilirim ki ben o dengeyi bozduğumda, bu etki başka dengeleri bozacak. Bir gencin de yeryüzünde bir düzen olduğunu, kendisinin bu düzenin bir parçası olduğunu, bütün düzeni etkileyeceğini kabul etmesi gerekir. İnsanlar böyle yetişseydi, mesire yerlerinde insanların attığı poşetleri görebilir miydiniz? Atar mıydı pet şişeyi camdan aşağı? Atmazdı çünkü bilirdi ki atarsam düzeni bozacağım. Ben düzen bozucu değilim. Çünkü Allah “Biz her şeyi bir denge üzerine yarattık.”, diyor.
Sizi en çok sarsan kitap?
Kur’an-ı Kerim ve hadisler beni her gün sarsıyor. Onun dışında beni en çok sarsan kitap Aliya İzzet Begoviç’in “Doğu Batı Arasında İslâm”ıdır. 19 yaşımda okumuştum. O kitap benim tüm ruh dünyamı etkiledi.
Size göre şiir; cihad mı, tebliğ mi, arzuhâl mi?
Hepsi.
Şiir kalple mi, kalemle mi, akılla mı yazılır?
Kalple yazılır; kalem yazar, akıl tashih eder.
Hayatınızda kıymetli tesirleri olan 3 kişi?
Dedem, babam, ilkokul öğretmenlerim.
Okumaktan hiç bıkmadığınız roman?
Dostoyevski’nin “Beyaz Geceleri” eseri.
En sık kullandığınız deyim?
İnşallah; şayet, Allah dilerse.
Sizi yansıtan renk?
Beyaz
Keşke ben yazsaydım dediğiniz şiir?
Hiç olmadı.
Engin dağları izlemek mi engin denizleri izlemek mi Nurullah Genç’e daha dinginlik verir?
Dağlara çıkıp denizleri izlemek.