İnsan, pek çok şeye muhtaç bir hâlde dünyaya gelir. Beslenmeye, barınmaya, sevgiye ihtiyaç duyduğu gibi ait olmaya da ihtiyaç duyar ve bir aileye sahip olmak, insanın temel ihtiyaçlarının çoğunu karşılamaya yetebilir. Ailesi insana barınma ve beslenme gibi fiziksel konularda sahip çıkabileceği gibi sevgi, ilgi, aitlik hususlarında da sahip çıkar. Güvenin, huzurun ve birliğin olduğu bir aile, zorlu imtihanlardan geçse de birbirine destek olur ve zorlukları beraber aşarlar.
Birliği koruma ve bozmama isteği aileyi güçlü kılar, aynı zamanda bir arada tutar. Toplumun en küçük birimi olan aileler bu birlik ve sağlamlığa ulaşırsa, o toplum kuvvetli bir temele dayanmış olur. Ayrıca toplumun bilinci de yine bu birlik üzerinde şekillenir. Burada toplumdan kastımız herhangi bir amaç etrafında birleşen insan grubu değildir sadece. Sahip olduğumuz üst kimlik olan Müslümanlık, bizi en geniş toplumlardan birinin ferdi kılmaktadır. Bizler bu geniş toplumu “ümmet” olarak adlandırmaktayız.
Arapça “e-m-m” kökünden türemiş bir isim olan “ümmet” kelimesi sözlükte yönelmek, kastetmek, sınıf, cemaat, din, inanç sistemi, yol, millet, imam olmak, itaat gibi anlamlara gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de din, müddet, zaman, topluluk, insan, önder anlamlarında 64 yerde geçmektedir. Terim olarak ise bir peygamberin tebliğ ettiği dine inanan veya o dine muhatap olanların meydana getirdiği topluluğu ifade eder. İslâm âlimleri de bu tanımlardan yola çıkarak iki mana daha öne sürmüşlerdir. Bunlardan birisi son Peygamberin gelişi ve İslâmiyet’in yayılmasıyla haberdar olan tüm insanları ifade eden “ümmet-i davet”, diğeri ise Peygamber’e (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) iman edip O’na tabi olan kitleler anlamındaki “ümmet-i icabet”tir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu ikinci anlam için “vasat ümmet, en hayırlı ümmet” gibi ifadeler kullanılmaktadır.
İlk insan olan Âdem’den (Aleyhisselam) itibaren nice insanlar gelip geçtiği gibi nice peygamberler de gelip geçmiştir. Çünkü insanın imtihan yurdu olan dünyada sabit kadem kalması mümkün değildir. Bu yüzden her zaman desteğe ihtiyacı vardır. Dünya yolunu yürürken ayağı kayabilir, düşebilir, yoldan sapabilir. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu düşünerek farkına varabilir, fakat bu her zaman mümkün olmayabilir. Böyle durumlar için Allah Teâlâ peygamberlerini uyarıcı ve müjdeleyici olarak görevlendirmiştir. Peygamberlerin risâlet görevini kabul eden böylece yanlış yapabilme ihtimalini fark eden insanlar, gönderilen peygamberlere ümmet olmayı da kabul etmiş olur.
Her peygamberin kendi ümmeti olduğu gibi son Peygamber olan Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de bir ümmeti vardır. Kıyamete kadar gelecek ve hak din olan İslâm’ı kabul edecek olan tüm insanlar Ümmet-i Muhammed sancağı altında olacaktır.
Ümmet kelimesi bir çatı kavramdır. Ortak inanç değeri olan İslâm etrafında toplanmış insanları cinsiyeti, yaşı, ayırt etmeksizin içine alacak kadar kapsayıcı olduğu gibi ülkesi, soyu ile sınırlandırmayacak kadar da kuşatıcıdır.
Allah Teâlâ’nın varlığının bir delili olarak insanlar farklı dil, renk ve neseplerde, farklı coğrafyalarda dünyaya gelmektedir (Rûm Suresi 20-22). Bu, her insan için bir imtihan vesilesidir. Çünkü her insan İslâm fıtratı üzerine doğar (Buharî, “Cenâiz”, 92; Tirmizî, “Kader”, 5) ancak ailesinin yetiştirmesi, çevresinin etkisi ve kendi iradesiyle diğer dinlere meyleder. İşte imtihan buradadır ki insan, Allah Teâlâ’nın fıtratımıza yerleştirdiği saf İslâm’ı, akleden kalbiyle arayıp bulabilecek midir?
İslâm cevherini bulan, İslâm’ın nuruyla aydınlanan yürekler artık kendine benzer yürekleri arar. Benzer zorluklara göğüs germiş, benzer yolları geçmiş, hedeflerinin de yine benzer hatta aynı olduğu insanları yanında ister. Elbet bu bir ihtiyaçtır çünkü insan ait olmak ister. Arayışlarının hitama erdiği nokta ise kişinin kendini İslâm ümmetine ait hissettiği yerdir. Buraya ulaşana kadar sahip olduğu farklılıklar son bulmuş, aradığı birlikteliğe ulaşmıştır. Kişi artık bu birliğin bilincinde olup onu koruma vazifesine aday olmuştur.
İnanan bir kimse için dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlar kardeşidir artık. Kan bağı neyse, din ve ümmet bağı da böyledir, böyle olmalıdır. Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: “Müminler, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir organı rahatsızlandığında diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer.” (Müslim, “Birr”, 66)
Kanada’da, Almanya’da, Japonya’da bulunan bir Müslüman kardeşimizin mutluluğu ile mutlu olmalı, Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Suriye’deki kardeşlerimizin derdiyle dertlenmeliyiz. Kardeşliğimizi sözcüklerde bırakmamalıyız. Sorumlu olduğumuz geniş ailemizin, ümmetimizin yanında durmadıkça dağılır, bölünür, parçalanırız. Birliğimizi engelleyen şeylere karşı yek vücut olmayı bırakmayalım. Unutmayalım, “Bölüşürsek tok oluruz, bölünürsek yok oluruz.”