(Girişim Dergisi, 5. sayı, Şubat 1986/Cihan Aktaş)
Altüst edilen temel insanî kavramlar ve çarpıtılan genel doğrular arasında, Müslüman kadının geleneksel durumu ilginç bir seyir izlenerek getirilmiştir bu günlere. Hep suçlama, yanlış anlatma ve sürgünlük… Böylece karşıtlık duyguları getirilmiştir ve zaman zaman neyin yanlış neyin doğru olduğunu anlayamamanın şaşkınlığını yaşamıştır kitleler. Kafes arkasında saklı tutulan Müslüman kadın imajı, kasıtlı tepkilerin yanı sıra yüzeysel ve bilinçten uzak kabulleri, sahip çıkmaları da birlikte getirmiştir.
Oysa her şeyden önce, ilâhî temele dayalı oluşumların ve tevhidî hareketler tarihinin, inanmış kadın ve erkeklerin yan yana gerçekleşen mücadelelerinin eseri olduğunun bilinip anlaşılması gerekirdi. Ne var ki Müslüman kadınını edilgen-işe yaramaz bir konumda gösterme çabaları sürüp gitmekte. Gelinen noktada gerçekte tutarlılıktan ve dayanaklardan yoksun tabular etrafında oluşturulan efsaneler içinde göze batan çelişki ve yanlışlarda bile Müslüman kadınına pay biçilmekte. Hınçlı ve öfkeli sesler, o sürgündeki gölgeye doğru yönelmekte. Kim, neden suçlu bu bile anlaşılması zor görece bir soru gibi karmaşık üsluplarla konuluyor orta yere. Peki ya tarihi ve enine boyuna köklü doğrular görülmüyor mu? Kuşkusuz tüm bu çarpıtma çabalarına rağmen soylu gerçekler bütün yalınlıklarıyla gösteriyor kendini.
Söz gelimi peygamberler tarihine baktığımızda şunu görürüz: Ne zaman bir peygamber zulme, baskıya ve küfre karşı direnişe geçmişse hemen yanı başında kendisini destekleyen bir kadın olagelmiştir. Ve bu kadınlar birer eklenti gibi olmaksızın yer almışlardır tevhidî mücadele çizgisinde. Onurlu kişilikleriyle tarihin oluşumu içinde doğrudan ve dolaylı roller alırken kadın-erkek birlikteliği çerçevesinde de kalıcı örnekler sunmuşlardır gelecek günlere.
Putlara ve put yapıcılarına karşı kıyam eden ve bu yolda ateşe atılmaya, işkencelere, sürgüne ve oğlunu Allah yolunda kurban etmeye hazır olan İbrahim (Aleyhisselam), hemen yanında yiğit ve sadık bir kadın olan Hacer’i (Radıyallahu Anh) bulmuştur. Yakıcı çöllerde güç şartlar altında büyüttüğü oğlunu Allah’a kurban olarak göndermekten kaçınmayan ihlaslı bir ana, Müslüman bir kadındır Hacer…
Ve Musa (Aleyhisselam), Firavun’un zulmüne, Karun’un sömürüsüne, Baun’un hile ve dolandırıcılığına isyan ettiğinde, yine bir kadın, sonuna kadar yardım eder ona. Firavun’un sarayında, zulmün merkezinde Musa’yı büyüten yetiştiren ve onu mücadelesinde yalnız bırakmayan Asiye’dir (Radıyallahu Anh) bu kadın.
Yine de âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber, (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zamanının doğulu ve batılı güçlerini karşısına alıp bir yandan da kavmiyetçi ve zalim Araplarla savaşarak cahiliye duvarlarını kırmaya başlamışken -ekonomik ambargoya uğratılıp taşlandığı sıralarda hatta- Hatice (Radıyallahu Anh), ömrünün sonuna kadar Peygamberi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) maddî-manevî desteğiyle doğrulayarak yalnız bırakmadı.
Fatıma (RadIyallahu Anh) ve Ali’nin (Radıyallahu Anh) kızları Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de sevgili torunu Zeyneb ise kardeşi Hüseyin’in ve diğer yakınlarının şehit edilişlerinin ardından, onun ve şehitler kervanında yer alan diğerlerinin kanlı mesajını bütün insanlığa -ve gelecek zamanlara- duyurmayı üstlendi. Zalimlere karşı hakları yenilen mazlumların, cahiliye taassubu ve kavmi saltanat sevdalarına karşı da İslâm fedailerinin mesajı oldu söyledikleri. Bütün eylemleriyle birlikte Zeyneb (Radıyallahu Anh) , Peygamber ocağından yetişmiş mümin bir kadının gerektiğinde neler yapabileceğini anlatmaya yeter. Her şeyden önce hiç de edilgen ve soyut bir varlık, bir gölge gibi sessiz sedasız -tüm olup bitenleri göz ardı ederek hem de susup kalarak- çekilmemiştir evinin köşesine.
Saydıklarımız, sadece bir kaç örnek. Bir oluşum, bir devrim öğretmeni olarak onlar yaşamış Müslüman kadınlara neler borçlu olduğumuzu anlatıyorlar eylemleriyle. İşte tevhidî hareketler tarihinde daha birçok büyük kadın böyle önemli roller yüklenerek kendilerini göstermişlerdir. Kesintisiz akıp giden bu çizginin izleyicilerine düşen sorumluluklar köklü, hiçbir tevile yer bırakmaksızın anlamlıdır. Son aşamalarda örtülü ve biçim değiştirmiş, kabuğa dayalı engeller söz konusudur artık. Kız çocuklarını bir kir gibi diri diri toprağa gömen zihniyet asırlar ötesinde kalmış gibi gösterilse de fesat ve fuhuş bataklıklarına diri diri gömülen çocuk yaştaki kızların bir ticaret malı gibi alınıp satılmasında kayda değer bir sakınca görmez bir tutum izlemekte sanki.
Ve sonra, herhangi bir oyuncak ya da süs bebeği gibi sefahat yuvalarında gözüken, para kazanmak için her yolu denemeye eğitilen kadınlar, sadece nesneleşmeyi öğrenmekle kalmaktadırlar. Kavramların çarpıtıldığı, kutsal ilkelerin basmakalıp sloganlarla çiğnendiği bir dünyada; modern, aydın ve ilerici diye tanımlanan gölgeler olmak yetmektedir insanlara. Kadınlar, övgü sözcükleri, orkide, ipek ve samur karışan sahne ışıkları düşleriyle avunarak varlıklarını gerekli bulmaya, yaşamla doğrudan ilintiler kurmaya çabalamakta; sonuçta, yalnızca bedenlerine tapınmakla kalmaktadırlar. Başka insanların beğeni ölçülerine uygun istedikleri bedenleri, var olduklarına inanmalarının ilk şartı olarak hep nesne düzleminde kalır. Jelatin, yapma gül ve saplantılarla uğraşıp dururlar tüm kazandıkları söylenen haklara ve üye oldukları kalabalık derneklere rağmen.
Ama yine de Müslüman kadın suçlanır. Bedenine tapınmadığı, nesneleşmeye gerek görmediği ve hayata doğrudan anlamlar yüklediği için. Hoşgörü ile bakılmaz ona çünkü. Bu yüzden Müslüman kimliğinin kadınları edilgenleştirdiği şeklindeki suçlamalarda hep çocuksu bir kaygı sezilir. Yanlış anlaşılmalarda bile bir kasıt olmadığını düşünmek giderek daha da zorlaşmaktadır. Sözde insanî kurallar ve kavramlar da böylece subjektif bir düzlemde kalarak inandırıcılığını yitirmektedir. İşin doğrusu, kesin bir genelleme bile olmayan Müslüman kadınının -rastgele ya da kasıtlı bir tavırla- edilgen bir konumda tutulmuşluğuna bir sorumlu aranacak olursa; kadını ezeli günahın mirasçısı ya da bir nesne olarak kabul etmeyen İslâm olmalıdır hiç suçlanmayacak…
Çıkarlar zedelenmesin denilerek çarpıtılan kavramlar ve saltanatlar sürüp gitsin diye unutturulan doğrular gözden uzak gibi dursalar da gölgeleşmiş insan yüklenemez yargılama görevini. Kavramlar da doğrular da yerlerini arayıp durmaktadır işte insanlar gibi, kadınlar gibi…