İlâhî vahyin hiç eksik olmadığı, peygamberlerin ve medeniyetin merkezi olan bereketli topraklar, her zaman dünya için bir cazibe merkezi olmuştur. Âdem’den ( Aleyhisselam) başlayarak Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen peygamberlerin hemen hemen hepsi Ortadoğu coğrafyasında yaşamıştır. Dinler tarihi açısından incelendiğinde üç monoteist inancın peygamberi olarak kabul edilen İbrahim (Aleyhisselam) , Mescid-i Aksa tarihi için bir başlangıç noktasıdır. Yazıya başlamadan bu bölge ile ilgili bazı terim sebebiyle oluşan kafa karışıklıklarını gidermek gerekmektedir. Öncelikle Filistin ya da Kenan ili ülkenin adıyken, Kudüs şehrin adıdır. Şehrin içinde etrafı duvarlarla çevrili olan merkez Mescid-i Aksa iken, bu merkezin içindeki sarı kubbeli cami Kubbetü-s Sahra’dır.
Kudüs’ün Müslüman ordular tarafından fethi, Ömer (Radıyallahu Anh) döneminde ordu kumandanı olan Ubeyde bin Cerrah tarafından gerçek[1]leşmiştir. Fakat şehrin anahtarı halifeye teslim edilmiştir. Kudüs’ün fethi için Ömer’in (Radıyallahu Anh) İslam ordularının genel komutanını göndermesi ve teslim almak için bizzat kendisinin bölgeye gelmesi, bölgenin ehemmiyetini göstermektedir. Halife Ömer’in (Radıyallahu Anh) , bölgenin İslâm’a tabi olması için vali olarak Suffa meclisinin âlimi Ubade bin Sabit’i (Radıyallahu Anh) ataması, yine Kudüs’ün kıymetini anlamamız açısından ehemmiyetlidir.
Osman (Radıyallahu Anh) zamanında bu bölgede ciddi imar faaliyetleri gerçekleştirilse de, Kubbetü’s-Sahra’nın günümüze yakın hali ve çevresi ile Mescid-i Aksa’nın inşası, Emeviler döneminde gerçekleştirilmiştir. Kudüs’teki en son haçlı hâkimiyetine Selahaddin Eyyubi son vermiştir. Selahaddin Eyyübi Kudüs’ü fethetmek için surlara dayandığında Hristiyan kumandan Balian, Selahaddin Eyyübi’nin neden bu kadar ısrarcı olduğunu merak etmiştir. Yüz yüze geldiği ilk fırsatta sorar; “Kudüs’ün senin için değeri nedir?” Selahaddin Eyyubi ilk etapta “Hiçbir şey.” der ve bir süre sonra sırtını tekrar dönerek “Her şey.” cevabını verir. İlk cevabı dünya içinken, ikinci cevabı inancı için verilmiş bir cevaptır. Fetih sonrası Mescid-i Aksa’yı yeniden İslâm kucaklamıştır. Yavuz Sultan Selim’in bölgeyi Memluklerden almasıyla beraber Hristiyan-Müslüman çatışmaları son bulmuştur. Bundan sonra 1917’ye kadar tam dört yüz yıl Mescid-i Aksa ve tüm Kenan ilinde barış ve huzur rüzgârı esmiştir. Bölgede özellikle Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan sayesinde ciddi imar faaliyetleri gerçekleştirilerek tekrardan şehirleşme yaşanmıştır.
ŞEREFLİ MEKÂN
Kur’ân-ı Kerîm’de ehemmiyetli olarak üç belde, dağ ve mescidden bahsedilir. Öncelikle üç önemli belde Mekke, Medine ve Kudüs’ken, üç önemli dağ Hira, Uhud ve Zeytin Dağı’dır. Üç önemli mescid ise Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa’dır. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu üç mescidi yollara düşmeye değer görmüş ve gidip ziyaret etmemizi istemiştir. Fakat içlerinden sadece Mescid-i Aksa için eğer ziyaret edemezsek zeytinyağı göndermemizi, kandillerinin aydınlık olmasını istemiştir. Allah Resulü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), maddi olarak var olamasak da manevi olarak orada varlığımızı devam ettirmemizi ve İslam ışığının her zaman bu beldenin ve bu mescidin üstünde olmasını istemiştir. Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) miraca buradan yükselmiş ve yüz yirmi bin peygambere “Seyyidü’l-Mürselin (Peygamberlerin Önderi)” olarak burada namaz kıldırmıştır. Miraçta namaz farz kılındıktan sonra Mescid-i Aksa ilk kıble görevini üstlenmiştir. Mekke’de Müslümanlar ibadetleri için Hacerü’l-Esved’e yönelirlerdi. Çünkü bu kıymetli taşın bulunduğu konumdan Kâbe ve Mescid-i Aksa kıble olarak hizalanabiliyordu. Allah’ın emri ile farz kılınan ve Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), “gözümün nuru” olarak nitelendirdiği namazın ilk kıblesi Müslümanlar için vazgeçilmezliğin de sembolüdür.
MEKÂNIN ŞEREF KAYNAĞI
Bir mekânın şerefi o mekânın içinde bulunan kimselerden kaynaklanır. İsra ve miraç hadisesinin yanında İbrahim, Davud, Süleyman, Yusuf ve İs[1]hak peygamberlerin ( Aleyhis selam) kabirlerinin bu topraklarda olması bizim için bu toprakları şerefli kılmıştır. Yine Meryem’in ( Aleyhis selam) İsa’yı (Aleyhisselam) bu topraklarda doğurması ve Musa’nın (Aleyhisselam) bu topraklarda var olması Müslümanlar kadar Hristiyanlar ve Yahudiler için de bölgeyi önemli kılmıştır.
Kudüs merkezli Mescid-i Aksa, buraya kadar incelediğimiz Hristiyan, Yahudi ve Müslüman kaynakların nazarında hem dini hem de medeniyet olarak câmîleşme noktasıdır. Fakat Müslüman kimliğimiz dışında, Kudüs bölgesinde bir[1]çok Türk mimarisine ait eser bulunması, Osmanlı toprağı olarak dört yüzyıl yıl geçirmesi ve Misak-ı Milli dediğimiz taviz verilemez ülke sınırlarımız içinde olması, bu bölgeyi hem dini hem de milli olarak şerefli kılmıştır. Bu mekândaki en büyük izlerimizden birisi ise Kubbetü’s-Sahra’nın günümüzdeki son halidir. İhtişamlı sarı kubbenin altındaki mavi çiniler, Kanuni Sultan Süleyman tarafından Türk sanat eseri olarak İznik’te yaptırılmıştır. Dolayısıyla bu şerefli mekâna sahip çıkmak aslında hem dinimizin emanetine sahip çıkmak hem de o beldelerin hâkimi olan atalarımızdan bize kalan emanetlere sahip çıkmaktır. Biz bu emanetlere nasıl sahip çıkılacağını, hayatları boyunca mekânı ve izzet-i şerefini korumaya çalışan, kelam ve kalem sahibi üstatlardan öğrendik. 1917’de Batı işgali ve batılılaşma ile Mehmet Akif Ersoy’a fiili olarak işgal edilen beldeleri kurtarmak düştü. Necip Fazıl, zihinleri işgal edilen Müslümanları kurtarmak zorundaydı. Sezai Kara[1]koç, fikirlerimizi Müslümanlaştırmak üzere kalemi eline aldı. Mehmet Akif İnan fiili, zihnen ve fikren işgal edilen Müslümanların yanında Mescid-i Aksa’nın hüznünü ve mahzunluğunu anlatıyordu. Şimdi de sıra bizlere geldi; vakit, emanete tüm gücümüzle sahip çıkma vaktidir.