Hayatımda uçağa ilk defa bineceğim için değil, ilk defa bineceğim uçak Medine’ye gideceği için heyecanlıydım. Gelip çatmıştı aylarca hayalini kurduğum o gün. Salavatlar eşliğinde hazırladığım valizimle artık yola koyulma vaktiydi. Havalimanına geldiğimizde bizim gibi heyecanlı umre arkadaşlarımız da oradaydı. Gitme zamanımız gelmişti.
Uçağımız Medine’ye inerken, aklımda tek bir soru vardı: Acaba Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buralarda yürümüş müydü? Onun baktığı dağlar mıydı bu dağlar? Otele yerleşmek için bindiğimiz otobüsün camından çevreyi seyrederken, bir anda iki binanın arasından yeşil bir kubbe gördüm. Aniden afalladım ve heyecanım ikiye katlandı.
Eşyalarımızı otele bıraktıktan sonra selamlama için Mescid-i Nebevî’ye yürüdük. Mescid-i Nebevî’nin bahçesine girince, yeşil ve gümüşî kubbeler karşısında kendimi tutamadım. Hani derler ya “Tarif edilmez, yaşanır”. Öyle bir andı. Akabinde akşam ezanı okunmaya başladı. Müslüman kardeşlerim akın akın mescide geliyor, herkes kendine bir yer arıyordu. İlk günün vermiş olduğu heyecanla ben de kendime yer aramaya başladım. Dışarıda diğer kadınların yanına seccademi serip Mescid-i Nebevî’deki ilk namazımı kılmış oldum. Medine’den Mekke’ye geçene kadarki sürede her gün mescide gittik namaz kılmak için. Müslüman olduğumu, diğer Müslümanlarla kardeş olduğumu orada anladım. İliklerime, hücrelerime kadar hissettiğim bu kardeşlikte dil bilmemek veya farklı kültürlerden olmamız engel değildi. Çünkü “Müminler bir vücut gibidir.”
Mescid-i Nebevî ve bahçesi o kadar canlı, hayat doluydu ki… Namaz kılanlar, dua edenler, Kur’an okuyanlar, sohbet halkası kuranlar, uyuyanlar, yemek yiyenler. Hayatın kalbi burada atıyordu. Çünkü Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), O’nun can yoldaşı Ebu Bekir’in (Radıyallahu Anh) ve adalet timsali Ömer’in (Radıyallahu Anh) mübarek kabirleri burayı şereflendirmişti. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir hadisinde “Kim vefatımdan sonra beni ziyaret ederse, hayatımda beni ziyaret etmiş gibidir.” buyurmuş. Bu hadisin bilinciyle yeşil kubbenin karşısına geçtim ve “Ben geldim ya Resulullah. Yüzüm olmasa da günahım çok olsa da senin yanına geldim.” diye başlayarak içimden geçenleri, dertlerimi, sevgimi söyledim Efendim’e (Sallallahu Aleyhi ve Sellem). Bu zamana kadar hayatımda yaşadığım en değerli andı.
Ertesi gün Uhud dağına gittik. Uhud’da Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) mübarek dişinin kırılması, Hamza, Musab (Radıyallahu Anhum) efendilerimizin şehit olması, Okçular Tepesi hadiselerini hissetmeye çalıştım. Bir hüzün çöktü orada. Sonrasında Kuba Mescidi’ne ve Gamame Mescidi’ne gittik. Her birinin hissiyatı muazzamdı. İçeri giremesek de Cennetü’l-Bakî Kabristanlığı’nı dışarıdan ziyaret edebildik. Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) birçok aile yakını, arkadaşı orada metfun bulunmakta. Akşam namazdan sonra Abdurrahman bin Avf’ın (Radıyallahu Anh) su kuyusunun da bulunduğu hurma bahçesini ziyaret ettik.
En çok heyecanlandığım zaman ise Ravza ziyaretiydi. Randevulu sisteme geçildiği için, bir kere hakkımız vardı. Bu habere epey üzülsem de bir kere bile olsa ziyaret etmek paha biçilemezdi. Döndüğümüzde bile gözümü kapatıp o ânın hayalini kurdum hep.
Medine’den Mekke’ye geçmeye az kalmıştı. İçimi daha oradayken bile müthiş bir özlem kaplamıştı. Uçağımızın Medine’ye inişinden tekrar Türkiye’ye döndüğümüz bu zaman aralığı içerisinde geçen bu kıymetli vakitlerin hayal mi gerçek mi olduğunu idrak edemedim bir süre. Eve döndüğümde her ezan okunduğunda Mescid-i Nebevî’ye gidecekmişim gibi bir his kaplıyordu kalbimi. Küçükken dinlediğim “Medine’ye Varamadım” ilahileri eşliğinde ağlayan teyzeleri, amcaları, nineleri, dedeleri şimdi daha iyi anlıyordum. Asıl özlem gidememek miydi yoksa bir kere gidince tekrar ve tekrar gitmek istemek miydi?