Teknolojinin gelişmesi, nüfus yoğunluğunun artması ve insan yaşantısının farklılaşması mimariye de yansıdı. Fıtrata uygun yapılar varlığını korurken insanı ve toplumu düşünmeyen sadece çıkar sağlamak adına yapılan binalar da çoğaldı.
İnsanoğlunun bulaşık eli yeryüzünü kirletmekle kalmadı, gökyüzüne de sıçradı. Ne yazık ki yanlış kentleşme acı sonuçlar doğurdu. Alışveriş merkezleri gibi gökyüzünü unutturan, gökdelenler gibi semayı görmemizi engelleyen ve fabrikalar gibi havayı kirleten kimliksiz yapılar oluştu. Detaylara indikçe tüm bunların insan doğasına aykırı bir durum olduğunu anlamak mümkün.
ZAMAN KAVRAMINI YİTİRMEK
Gereksinimler arttıkça insanların toplu alışveriş yapabilecekleri mekânlar ortaya çıktı. İlk olarak 1916 yılında ABD’de Mimar Aldis tarafından tasarımı yapılan “Market Square” günümüzdeki yapılar kadar kapsamlı olmasa da ilk alışveriş merkezi denebilir. Türkiye’de ise hanları, esnaf tipi işletmeleri, semt pazarlarını terk etmemize neden olan devasa kutular, ilk olarak İstanbul Ataköy’de Galleria Alışveriş Merkezi ismi ile açıldı.
Potansiyel kullanıcılar arttıkça olanaklar da arttı. Sadece alışveriş yapılacak mekânlar değil, eğlence, yemek, sosyal etkinlik gibi tüm ihtiyaçların karşılanacağı binalara evirildi. İmkân arttıkça ilgi arttı. İlgi arttıkça bu alanların sayısı arttı. Birbirlerini besleyerek büyüttüler. Mekân-insan arasındaki bu ilişki bir tarafın baskılandığı hatta yok olduğu, diğer tarafın fayda gördüğü “Amensalizm” denilen canlılar arası ilişkiye döndü. Mekân sahipleri kalkındıkça tüketicilerin cepleri boşaldı. Üstelik alışverişin amacı, ihtiyaçları karşılamanın ötesine geçip sahip olmak, kıymet bilmemek ve doyumsuzluk gibi duygularımızı besleyip ruhumuzu çökertti.
Alışveriş merkezleri ömrümüzün sonuna kadar zaman geçirmek için tüm gereksinimlerin karşılandığı bir sığınağa dönüştü. Yapay ışıkların, opak tavanların, gündüzle geceyi unutturan mekânların olduğu ütopik bir şehir gibi. Gökyüzüne bakıp anlayabileceğimiz zaman kavramı yok. Hava geçişlerini hissedebileceğimiz bir mevsim yok. Dışarıdaki dünyanın nasıl bir yer olduğunu hatırlatan tek bir emare yok. Zamansız ve mekânsız…
GÖKLERE SIÇRAYAN HIRS YARIŞI
Ölçüm için hassas cihazların olmadığı eski zamanlarda, insanlar kıyas olarak bedenlerini kullanırdı. Yolları adımla, uzaklıkları karışla, miktarları avuçla belirlerlerdi. Her şey insan içindi ve insanla birlikte var olurdu. Mimar Ernst Neufert’in yazdığı “Neufert Yapı Tasarım” mimarların kılavuz kitaplarından biridir. Bu kitap insan ölçeğine göre hesaplanmış ekipman, tesisat, mobilya gibi tüm mekânsal gereksinimlerin ölçüsünü verir. Şimdi ise genellikle ölçü olarak baz alınan şey, yapılan binaların yüksekliği.
Toplum, şehirlerin dolup taşmasıyla yatay düzleme sığmaz oldu. Yanlış bir çözüm olarak dikey kentleşme başladı.19. yüzyıl sonunda Chicago ve New York’ta başlayan yüksek yapılar önce Avrupa’ya ardından Uzak Doğu’ya sıçradı. Türkiye’ye gelişi ise apartmanlarla başladı. Ardından çok katlı projeler birbirini takip etti. Başta nüfus yoğunluğuna çözüm amaçlı yapılmaya başlanan dikey binalar, günümüze yaklaştıkça bir statü belirtisi ve imaj göstergesi hâline geldi.
Çevreyle bütünleşen siluetler yerine, doğayı yok eden kibirli yapılar yükselmeye başladı. İnsanlar içindeki hırsları binalara yansıttılar. Yarışa dönen kontrolsüz dikey yapılaşma, hırs dürtülerini kullanabilecekleri meydan hâline geldi.
Şimdi çimlere uzanıp göğe baktığımızda gördüğümüz şey ağaç dallarının birbirine kavuşma çabası değil. Kalabalıkta birini arar gibi grilerin arasından maviyi görmeye çalışıyoruz. Tabii uzanabilecek çimen bulabilirsek.
YENİ BULUTLAR: FABRİKA DUMANLARI
Sanayi devrimi kentteki nüfus yoğunluğu için bir dönüm noktasıydı. Fabrikalar çoğaldıkça işgücüne duyulan ihtiyaç arttı. Bu da kırsaldan kente göçü doğurdu. Hızlı nüfus artışıyla beraber şehirlerin mimari kimliği büyük oranda değişti. Bu süreç zamanla kontrol edilemez hâle geldi ve fabrikaların dumanları bulutların yerini aldı.
Kalkınmak için fabrika sayılarının artması ve sanayileşmenin gelişmesi gerekti. Fakat yaşam alanlarıyla beraber iç içe olan binalar hem insan sağlını hem çevreyi olumsuz yönde etkiliyor. Dilimize pelesenk olmuş ancak tehlikesini tam olarak idrak edemediğimiz küresel ısınma tüm dengeleri değiştirecek güçte.
Gözümüzün alıştığı veya artık aldırmadığımız bir diğer nokta da görüntü kirliliği. Maviyi bizden çalan duman tabakaları gökyüzünü tüketti. Sanayi ürünleri etrafı hurda yığınları ve atıklar ile doldurdu.
Ne yapabiliriz dersek; ilk olarak şehirler için imar planı yapılırken atölye ve fabrikaların şehir dışına taşınması veya yapılması konumlandırma için başarılı bir çözüm. Taşınamayacak durumdaki fabrikaların çevresindeki yeşil alanları arttırmak veya ağaç dikimini çoğaltmak bir nebze de olsa bu kirliliği dindirebilir. Yatay mimari ve büyük çaplı peyzaj düzenlemeleri ile şehirler nefes alabilir.
Unutmamamız gereken şey, gökyüzünün bize ait olduğu. Şairlere ilham kaynağı olan berrak semanın yokluğu, insanlığın sonu demektir.
…Ne başka bir gün ne başka bir zaman,
Çok geçmeyecek aradan
Şöyle diyeceğim:
Bulutlar açmadı
Mavi gök orda mı?
Cahit Zarifoğlu