Cumartesi, Mayıs 17, 2025

Kulluğun Adanış Hâli

Akile Tekin

Paylaş

Varlık, ilahi lütufla var olmanın adı, ilahi verme eyleminin sonucudur. Allah Teala’nın varlıkla bağı vahiy ile kurulur. Maksadı insan olan bu hususi iletişim, Allah’ın Kelam’ı ile Nebi yahut Resul arasında başlar; tasdik edip itaat eden, örnek alan Müminin kalbine ulaşır. Kul olabilirse insan, Rabbi’yle iletişimi muhabbetle başlar ve üç kişiliktir; Peygamber sayesinde Rabbi’nin rızasına doğru, müstakim yol tutabilir. Bu öyle bir örneklik olur ki kişiye, var olduğu müddetçe yollara düşürür, canla, malla, evlatla, her imkan ve nimetle, sabırla, sebatla, kötülük adına ne varsa vazgeçişle. O yolda öldürülürse şehîd olur kul; serdengeçti[1] derler böylelerine. Gönüllü, gönülle Allah’a adananlar, adsızdır. Yolda nimet bulan ve onu yalnızca dünyaya bırakmayan için, Allah’a adadığı malın adı vakıf olur, Allah’ın Mülkü olarak nam salar, birr[2]e erer, ebediyet bulur. Evlad adanıp kabul edildiyse adı Meryem olmuştur, alemlerin kadınlarına tercih edilen, bizzat Allah tarafından, nezdinde bir hasene-i nebât olarak yetiştirilen. Allah’a adanışın örnekliğini Peygamberlerin ve nübüvvet mirasını sürdüren ailelerinin hayatlarıyla öğretir vahiy. Bunlar da, Al-i İmran Suresi’nde anlatılır.

Mushafın Dilinden Al-i İmran Suresi

Al-i İmran Suresi, nüzulü bakımından Medine’de indirilen es-seb’u’t-tuvel/Fatiha’dan sonra Mushaf’ta yer alan en uzun yedi surenin ikincisidir.[3] Yaklaşık olarak 93. Sure olarak, hicretin üçüncü yılında Uhud Savaşı’ndan sonra inzal olunmaya başlanıp, dokuzuncu yılda tamamlanmıştır.

Al-i İmran Suresi’nin temel konusu, tüm peygamberlerin konumlarını ve sorumluluklarını da kapsayan niteliklerle birlikte, Tevhid Dini’nin son elçisi Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) nübüvvetidir. 200 ayet-i kerime ihtiva eden Sure, Din-i İslam’ın son ve hak din oluşunu, Ehl-i Kitab’ın nübüvvet özelinde akide ve amel bakımından sapkınlıklarını Müminlere açıklar. Surede, özellikle Uhud Savaşı’ndan sonra karşılaşılan Hristiyan muhataplara İsa’nın (aleyhisselam) Allah Teala’ya nisbeti hakkındaki ifratları, İsa Peygamber ve nesebiyle alakalı tefrit sahibi Yahudilere, iftiraları, bir peygamber olarak İsa’nın Musa’ya (aleyhisselam) ulaşan pak nebevi nesebi anlatılarak cevaplar verilmiştir. Dolayısıyla Surenin ismi 33. ayetinde yer alan ve İmran Ailesi anlamına gelen Al-i İmran adıyla anılmıştır.

Kur’ân’ın Zehrası/Gülünden Bir Adanış Hikayesi

“İki Zehra’yı el-Bakara ile Âl-i İmran Sureleri’ni okumaya devam ediniz.”[4] buyuran Efendimiz, surelerin müşterek lakabını zehra/gül olarak takdir etmiştir. Her iki sure muhtevalarında asıl mesaj olarak yer alan uluhiyyet ve nübüvvet konuları bakımından birbirini tamamlayıcı, hükümler bakımından Bakara Suresi’nde yer alan icmali hükümleri Al-i İmran Suresi tafsil edici/açıklayıcıdır.

Hicret itibariyle Muhacir ve Ensar’ı bütünleştiren İslam davası, ilk çetin sınavını Bedir Savaşı’nda başarıyla vermiştir. Ancak Bedir Savaşı esnasında Efendimiz’in hanesindeki güllerinden Rukıyye (Aleyhesselam) vefat etmiştir. Ardından gelen Uhud Savaşı’nda can kayıplarıyla birlikte, Peygamber’e itaat ve ittiba bakımından denenen Müminler, Al-i İmran Suresi 121-141.ayetlerde tasvir edilmiştir. İslam Devleti’nin ilk toplu şühedasının verildiği bu ortamda, canları ve mallarıyla sınanan ve Efendimiz’in yaralanmasıyla sarsılan Müminlere, Ehl-i Kitab’ın kendilerine peygamber olarak gönderilen İsa’ya ve nesebine karşı tutumları anımsatılmış, Efendimiz’e ise bu imtihanlara ziyade olarak evladının vefatı sebebiyle İmran Ailesi hatırlatılmıştır.

Al-i İmran Suresi 35-37. ayetlerde anlatılan bu kıssanın nüzul sebebinin Efendimiz ile, İsa (aleyhisselam) özelinde Allah hakkındaki tasavvurları yerilen Necran Hristiyanları arasında meydana gelen münazara olduğu rivayet edilmektedir. Heyetler yılı olarak bilinen hicretin dokuzuncu yılında meydana geldiği aktarılan hadisede, Hristiyanların o dönemde mevcut İncillerinde yer almayan bu ayetlerle, Efendimiz’in her türlü iftiradan berî olarak nübüvvet silsilesinin son Peygamberi oluşu teyid edilmiştir. Bu dönemde henüz hayattayken çocuklarının vefatları ile nesep mirasçısı erkek evladı bulunmayışının, iman ve İslam davası, tevhid neslinin devamı bakımından Efendimizin Peygamberliğine, misyonuna ve devamına bir eksiklik getirmeyeceği, İsa’nın annesi Meryem’in (aleyhesselam) doğumuyla Kendisine müjdelenmiştir. Nitekim Uhud Savaşı hazırlığı döneminde Efendimiz’in kızı Rukıyye’nin vefatı sebebiyle oluşan hüznü, küçük kızı Fatıma Annemizin Ali Efendimizle izdivacı sebebiyle dağılmıştır. Al-i İmran Suresi’nin nüzulünün tamamlandığı ve 35-37.ayetlerin de nazil olduğu rivayet edilen hicri dokuzuncu yılda vefat eden diğer kızı Ümmü Gülsüm ve oğlu İbrahim’den sonra tarihin şahitliği göstermiştir ki, Efendimiz’in ailevi nesebi torunları Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz vesilesiyle, Fatıma (aleyhesselam) tarafından devam ettirilmiştir.[5]

Mânası Açısından Al-i İmran Suresi 35-37. Ayet-i Kerimeler

Al-i İmran Suresi 35-37.ayetlerde Rabbimiz “Hani İmrân’ın karısı: “Rabbim, karnımdakini azatlı bir kul olarak sana adadım. Benden olan bu (adağ)ı kabul et. Şübhesiz (niyazımı) hakkıyla işiten, (niyetimi) kemâliyle bilen Sensin Sen” demişti. Fakat onu (kız çocuğunu) doğurunca, Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilici iken: “Rabbim, hakikat, ben onu kız olarak doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Gerçek, ben adını Meryem koydum. Ben onu da, zürriyyetini de o taşlanmış (koğulmuş) şeytandan Sana sığınır (Sana ısmarlar)ım” dedi. Bunun üzerine Rabbi onu iyi bir rıza ile kabul etti. Onu güzel bir nebat gibi büyüttü. Zekeriyyâ’yı da ona (bakmaya) memur etti. Zekeriyyâ ne zaman (kızın bulunduğu) mihraba girdiyse onun yanında bir yiyecek buldu: “Meryem, bu sana nereden (geliyor?)” dedi. O da: “Bu, Allah tarafından. Şübhe yoktur ki Allah kimi dilerse ona sayısız rızık verir” dedi.”[6]

33-34.ayetlerde Allah’ın beşer arasından seçip alemlere tercih ettiği risalet zincirinin bir halkası olan İmran Ailesi’ni Efendimiz’e ulaştıran bağ, zürriyet olarak adlandırılmıştır. 35-37. Ayetlerde ise nesep ya da nübüvvet mirası olarak nitelenen bu bağın mutlak takdir, seçim ve bekasının Allah’a ait oluşu, sebebe muhtaç olmaksızın yaratılan İsa Peygamber’in doğumuna da bir hazırlık olarak, annesi Meryem’in hatırasıyla anlatılmıştır. O dönemde ömrü Allah’a kullukla geçirmek ve hizmet etmek üzere çocukların mabetlere adanması geleneği, İlahi Takdir’le bir kız olarak doğan, kendisine “ibadet eden” anlamına gelen Meryem adı verilen, müstesna bir hanımla devam etmiştir. Hizmette, şeriat ve fiziki kuvvet bakımından üstün erkek çocuk kadar mahir olamayacağını düşünen annesini bu sebeple Rabbine karşı hüzne garkeden, diğer açıdan ise annenin arzusu olan erkeğin, Allah’ın arzusu ve bahşedişi olan kız çocuk gibi asla olamayacağı teslimiyetinin adı Meryem, Allah’ın hüsnü kabulüne mazhar olmuş, alemlerin kadınlarına üstün kılınmıştır. Nebat-ı hasene ifadesiyle, dünyevi ya da dini bakımdan yetiştirilme kastedilmiş; Adem’in, İsa’nın ve insanın topraktan yaratılışına bir nazire yapılarak, Meryem, bu bitirilenler içerisinden güzel bir bitki olarak tasvir edilmiştir. Allah’ın tarafından verilen rızkın nadide, hayranlık uyandıran bir hüviyette oluşu, kullanılan nekre/belirsizlik ifadesi sebebiyledir. Ayrıca 37.ayet alimlerimiz tarafından evliyanın kerametinin delili sayılmış, Meryem (aleyhesselam) veliye kabul edilmiştir.[7]

Sonuç

Başlangıcından sonuna kadar Efendimiz’e itaat vurgusunun farklı açılardan dile getirildiği bu Surede Müminlere, canları, malları, evlad ve eşleri, kalplerinde yer etmiş her şeyle imtihana tabi tutularak bu itaatin gereğini yerine getirmiş olacakları bildirilmiş, Allah’ın rızasını kazanma asıl hedef olarak gösterilmiştir. Dolayısıyla Sure’de sahip olunan nimet ve imkanların kulluk şuurunca Allah’a ve Rasulü’ne adanması, müminler için kurtuluş reçetesi olarak sunulmuştur.

[1] “Serdengeçti (serdengeçen) kavramı, Osmanlı’da savaşlarda en önde çarpışan birliklerin adı olup, önceleri akıncılar, daha sonra yeniçeriler arasından düşman içine dalan veya kuşatma altındaki kaleye giren fedailer için kullanılırdı.” Abdülkadir Özcan, “Serdengeçti”, DİA, 2009, 36: 554, 555.

[2] Al-i İmran Suresi 3/92.

[3] Abdülhamit Birışık, “Sure”, DİA, , 2009, 37: 538, 539.

[4] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Eser Kitabevi, İstanbul, 1942, 1: 146, 147.

[5] Kasım Şulul, İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber Devri Kronolojisi (Tahlil ve Tenkit), İstanbul, İnsan Yayınları, 2003, 516, 517.

[6] Hasan Basri Çantay, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, 15. Baskı, İstanbul, Elif Ofset, 1410/1990, 1:44.

[7] Fahreddin er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr Mefâtihu’l-Gayb, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabi, Beyrut, 1990/1411.

İlginizi Çekebilir

İlginizi Çekebilir