Bilimsel teoriler denilince aklınıza sadece günlük yaşantıdan uzak, soğuk, kütüphane raflarında yahut üniversite sıralarında sıkışıp kalan cafcaflı isimler mi geliyor? Bazen adını dahi doğru telaffuz edemediğimiz teorilerin günlük yaşamda seçimlerimizi ve düşünce sistemimizi etkilediği iddiasında bulunsam sizce çok mu ileri giderim? Gelin beraberce bu iddiayı değerlendirelim.
Modern bilim tarihine hatırı sayılır ölçüde etki eden ve etkisi sadece bilimsel makalelerde kalmayıp günlük hayatın tam ortasına düşen şu üç ismi zikredelim: Ruh sağlığı alanında psikoanalitik kuram ile Sigmund Freud, siyaset biliminde komünizm ile Karl Marx ve biyoloji-geneloji sahasında evrim teorisi ile Charles Darwin. Karşımızda duran üç isim ve oluşturdukları üç teori birbirinden farklı bilim alanları içerisinde ortaya çıkmış olsa da en temel ortak noktaları “insan” hakkında sundukları savların, hipotezlerin sadece oluştuğu bilim çerçevesinde kalmayarak farklı sahalarda da insanı anlamak adına kullanılmış olmasıdır. Bu üç teori arasında kuvvetle muhtemel en sık karşılaştığımız ise Darwin’in evrim teorisidir. Bu teoriye daha yakından bakmaya ne dersiniz?
Darwin’in evrim teorisi en basit manada insanın tüm biyolojik yapısını ve değişimini adaptasyon ve mutasyon üzerinden ele alarak modern insanın biyolojisini “en güçlü olanın yaşamını sürdürme ilkesi (survival of the fittest)” ile açıklar. Darwin tarafından ortaya atılan bu ilke, canlıların kökenini araştırma motivasyonu sonucunda ve biyoloji bilimi ekseninde türlerin geçirdiği değişimin daima daha iyiye doğru giden “lineer (doğrusal)” bir düzlem üzerinde gerçekleştiği iddiasında bulunmaktadır. 19. yüzyıl Avrupası’nda ise Darwin’in kavramsallaştırdığı teori ve ilkeler insanı sosyo-e[1]konomik düzeyde anlamak için yeniden çerçevelenerek “Sosyal Darwinizm” adıyla kendine yer bulmuştur.
SOSYAL DARWİNİZM
Üzerine cilt cilt kitaplar yazılabilecek kadar büyük bir hacme sahip olan Sosyal Darwinizm, en kısa ifade ile insanı ve deneyimlerini bir başlangıç ve ardından hedefe ulaşarak tamamlanacak bir son arasında kat edeceği doğrusal ilerleme üzerinden inceler. Bu yaklaşıma göre sürekli olarak daha ileriye gidilmeli ve “insan (the human being)” olabilmek için en nihai noktaya varılmalı. Eğer başlangıç ve son arasında bulunan süreçte tökezler, düşer yahut ivme kaybederse “insan” olarak kabul edilecek seviyeye varamaz ve yaratık olarak tarih sahnesinde yerini alır. Bu sebeple hayat her zaman iki ihtimal üze[1]rinden değerlendirilir: Mutlak kazanç yahut mutlak kayıp. 19. yüzyıl Avrupası’nda “orta sınıf, Katolik, beyaz Avrupalı” olarak belirlenen nihai hedef, 21. yüz[1]yılda yaşayan bizler için sizce ne olarak belirlendi?
İLERİ, HEP İLERİ
Hayat yolculuğuna devam ederken hep ilerideki hedeflerden bahsederiz. Uzun yıllar içerisinde ulaşmak istediğimiz “ideal ben” için ileri, hep ileri yürümeyi isteriz. Yolculuk boyunca da istikametin şaşmadan ileriye doğru devam etmesini bekleriz. Çünkü farkında olmasak da zihinsel anlamda tek bir başlangıç ve tek bir son denklemini içeren matematik formülünün etkisi ile beklentilerimizi tayin ederiz. Peki, ya yol üzerinde çatallar oluşursa yahut bir yol kazasına karışırsak bu matematik formülü hâlâ işlemeye devam mı edecek yoksa hata mı verecek? Formülün işlemediği, hesapta açık çıkan durumlar yaşandığında, tek bir başlangıç ve sonucu içeren “lineer” denklem içerisinde kendini konumlandıran modern zihin için alternatif yollar da tükenir. Hâlbuki “Eğer siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız, şüphesiz o topluluk da (müşrikler de Bedir’de) benzeri bir yara almıştı. İşte (iyi veya kötü) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz. (Bazen bir topluma iyi ya da kötü günler gösteririz bazen öbürüne.) Allah, sizden iman edenleri ayırt etmek, sizden şahidler edinmek için böyle yapar. Allah, zalimleri sevmez.”
DOĞRUSAL DEĞİL DÖNGÜSEL
Yaşam tek bir sonu kabul etmeyecek kadar geniş ve esnektir. Doğal hayatın doğal dinamiği bitişler ve ardından gelen yeni başlangıçlar ile çevrilidir. Bize sunulan hayat; Sosyal Darwinizm etkisinde kabul edilen sıkıcı, tek düze, doğrusal bir denklemden ziyade dinamik, çok katmanlı ve döngüsel. Sonuçlanan her hikâye, yeni bir başlangıcın oluşması için gerekli olan en kritik adım olarak karşımızda durmaktadır. Eğer hayatımızda her son ile yeniden başlayan denkleme yer vermezsek sonbaharda dökülen yaprakların ilkbaharda geri gelmesini kabullenemeyiz.
Yaşamı tek, doğrusal bir denklem üzerinde değerlendiren anlayışın kabullenemediği, en büyük mücadeleyi sürdürdüğü alanlardan bir tanesi de “yaş alma/yaşlanma” mevzusudur. Yaşlanmak, gençlik enerjisinin kaybı anlamına gelir ve bu da doğrusal çizgi üzerindeki ilerleme hızının düşmesi hatta geri dönüşün habercisidir. Hâlbuki bizim kültürümüzde yaş almak erdemin, bilginin ve aklın temsili olduğu için eli öpülesi muteberliğin simgesidir. Aslında işte tam da bu sebeple yaşlanma karşıtı kremler ile mutlak mağlubiyetten kaçarken yolda kaza yapanların aksine saçlara düşen her yeni ak ile kazanılan hürmet ve saygı farklı denklemlerin tezahürüdür.
Bize armağan edilmiş hayatımız, bir savaş meydanında mutlak mağlubiyet yahut galibiyetten, tek bir yarış ve bitiş çizgisinden ibaret değil. Sezai Karakoç’un da dediği gibi “Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız.”
1 Âl-i İmran Suresi, 140-141