Gözlerini açar açmaz kırk anahtarın takılı olduğu bir anahtarlık eline tutuşturuldu. Kırk anahtar, kırk kapıyı açıyordu. Çok şükür anahtarların üzerinde rakamlar vardı da hangi kapıyı açacağını kolaylıkla bulabilecekti.
ARAYIŞ
Anlaşmayı birkaç gün önce yapmışlardı. İşsiz, yorgun ve çaresiz bir şekilde sokak sokak gezerken pek de dikkat çekmeyen bu iş ilanını görmüştü. İlan o kadar eski ve solgun idi ki yazıları zar zor okunuyordu. Sanki yıllar önce yapıştırılmış ve hiç kimse umursamayınca öylece orada kalmıştı. “Temizlikçi aranıyor.” yazıyordu. Sayfanın sol alt köşesindeki iletişim numarası hariç başka bir şey yoktu. Aslında temizlik işinden hiç anlamazdı, zihninden bile olup bitmiş olayları, gereksiz ayrıntıları hiç temizlemeden yıllarca yaşayabilirdi ama hissettiği açlık ve yorgunluk onu her işten anlayan birine dönüştürmüştü. Son kontörleri ile ilanda yazan numarayı arayıp hızlıca adres istedi, başka da bir şey sormadı. Bulunduğu yere yakın olduğunu öğrenince derin bir nefes aldı çünkü uzak bir mesafeyi yürümek için ne mecali ne de otobüse binecek bir kuruş parası vardı. Zaten yalnız da değildi, temizlik işinin zahmeti, alacağı ücretin merakı ve iş sahiplerinin tavırları hemencecik koluna girmişlerdi.
BULUŞ
Bordo boyalı demir bir kapının önünde durdu. Elini yumruk yapıp kapıyı tıklatacaktı ki kapının açık olduğunu fark edince sessizce içeri girdi. İçerisi buraya gelirken geçtiği sokaklara hiç benzemiyordu. Yüksek beton duvarlarla çevrili sakin bir bahçe ve az ilerisinde beyaz bir kapıdan başka bir şey yoktu. “Herhalde iş için farklı bir yere gönderecekler.” diye içinden geçirirken nereden çıktığı belli olmayan orta yaşlı, hafif sakallı bir adam elinde bir kâğıt ile “Hoş geldiniz.” dedi ve hemen anlatmaya başladı. Ürkek bir ses tonu ile söylenen “Hoş bulduk.” cevabını umursamayacağı belliydi. Beyaz kapının ardında kırk odalı bir han vardı. Her gün bir odası temizlenecek, hanın temizliği kırk gün sürecekti. Özellikle belirtti ve tekrarladı adam, “Bu işin süresi kırk gün; ne otuz altı günde bitirebilirsin ne de elli beş güne geciktirebilirsin. Tam vaktinde bitmesi gerekiyor. Tek ve en önemli kuralı ise her odada 24 saatten fazla zaman geçirmemektir. Süreye dikkat etmediğin zaman tazminatsız kovulursun.” diye de iyice tembihledi. Ayrıca bu iş yatılıydı, yemek ise şirketten. İş zaten kolaydı, yatılı olması ise canına minnet! Hem bırak kırk günü kırk yıl ortadan kaybolsa “Neredesin?” diye soracak kimsesi yoktu. Her gün işe gidip gelme zahmetinden de kurtulacaktı. “Tamamdır bu iş!” diye içinden geçirirken elinde bir kalem ile adamın elindeki kâğıdı imzalarken buldu kendini. Bir günden fazla kalmam zaten, işimi bitirip çıkarım diye usulca fısıldadı ama yahu hiçbir bir odanın temizliği bir gün sürer mi bu nasıl iş diye sormak aklına bile gelmedi. İşe başlamadan önceki akşam gelip yatılı kalmak üzere oradan ayrıldı.
BİLİŞ
Cebinde kırk anahtar elinde temizlik malzemeleri ile beyaz kapıdan içeri girdi. Sıfır bir numaralı anahtarı buldu ve yine sıfır bir numaralı kapının kilidini açtı. İçeri girince hiç ummadığı bir manzara ile karşılaştı. Odalara dair bir düşüncesi yoktu ama aklına bu türden bir şey de hiç gelmemişti. Tam ortada serili bir sofranın üzeri çeşit çeşit yemekler ile donatılmış, etrafı kadife minderler ile çevrelenmişti. Yemeklerin mis gibi kokusu iyice acıkmış olan karnının zillerine basıp basıp kaçıyordu. Biraz bekledi, kimsecikleri göremedi biraz daha bekledi ve seslendi. Kırmızı kadifeli kederli bir nine odanın bir köşesinden çıkageldi. Sofraya buyur etti, temizlik için geldiğini anlatmaya çalışsa da sesini duyuramadı. Kederli kadını daha fazla üzmemek için sofraya oturdu. Kadın ise ona bu sofrayı her gün böyle kurduğunu ama hiçbir evladı ile oturup huzur ile yemek yiyemediğini, her birinin farklı suç ve problemlerden dolayı evde olmadığını ve alnını kırıştıran tüm çizgilerin sebeplerini sabaha kadar anlattı. Güneş doğmak üzereydi ki eyvah diyerek acele ile yaşlı kadına veda edip odadan çıktı.
Yeni günde sıfır iki numaralı odada olmalıydı. Aceleyle anahtarı bulup apar topar odaya attı kendini. Rengârenk duvar kâğıtları, pahalı oyuncaklar ile dolu bir bebek odası idi. Ancak o kadar tozlu ve kirli idi ki bütün bu renkliliği ancak zihninizde canlandırabiliyordunuz. Bezi eline aldı tam silmeye başlayacakken içeriye koşarak bir kadın girdi. Hiçbir eşyaya dokunmaması gerektiğini söyledi. Neden diye soracakken kadın ağlamaya başladı. Sekiz yıldır evli olduğunu ancak çok istemesine rağmen çocuk sahibi olamadığını bir çocuğu olsa dünyaları vereceğini anlatıp durdu. Çaresiz elindeki bezi bırakıp kadını dinlemeye başladı. Kadın ağlamaktan ve anlatmaktan uyuyakalınca sessizce odadan çıktı. Bu işe başlayalı iki gün geçmişti ama neler olup bittiğini, neler hissettiğini anlayamıyordu. Anlayacak vakti kalmadan sıfır üç numaralı odaya girdi.
Eski bir sobanın üstünde bir tencere kaynıyor, odanın her bir köşesinde yıpranmış örtülerin altında bir çocuk uyuyordu. Biri “Hişt, sessiz ol!” diye fısıldadı. Sobanın arka tarafından geliyordu ses. “Siz de kimsiniz?” demeye kalmadan kadın çocuklarını daha fazla açlık hissetmesinler diye zorla uyuttuğunu o sırada tencerede kaynayan su ile topladığı kuru ekmekleri ıslatarak yemek yapmaya çalıştığını ve yaşadıkları çileli hayatı daha doğrusu yaşayamadıkları günleri acı acı anlatmaya başladı. Kadının anlattıklarına gözyaşları ile eşlik ediyordu ama bir süre sonra dayanamayıp önce odadan sonra beyaz kapıdan dışarı attı kendini. Bahçede kimseler yoktu, ayın on beşiydi ve dolunay tam tepede ışıl ışıl parlıyordu. Buranın normal bir yer, bu işin de normal bir iş olmadığını anladı. Şimdiye kadar üç farklı hayat görmüştü. Üçünün de konusu aynı ama pencereleri bambaşka idi. Eğer devam edebilseydi kalan otuz yedi odada daha neler görecekti. Kaç farklı hikâye ve kaç farklı kedere tanık olacaktı. Hayat insanı aynı konudan nasıl da farklı sınavlara tabi tutuyordu böyle. Demek ki her oda başka bir yaşam atölyesi ve her atölyenin çıraklık şartları farklıydı. Henüz tüm hikâyelere tanık olmamıştı ama çok iyi anladığı bir şey vardı: Kırk odalı bu handa hayatın içinden öylece geçip gidilmediği ama kalbin her şeyden geçip gidecek kadar özgürleşebileceği öğretiliyordu. Çok usta-çırak görmüştü ama hiçbiri yaşam tezgahında usulünce pişmeye benzemiyordu…