İslâm ile yeni tanışan ve sonradan Müslüman olan kişilerin tebliğ heyecanına hiç şahit oldunuz mu? Karşılarındaki kişiyi ellerinden gelse sarsarak “Gözünü aç görmüyor musun, biraz aklını çalıştır!” diyecek gibi bir hâlleri vardır. Çünkü hayatlarını, bakış açılarını değiştiren müşküllerini çözüme ulaştıran bir sırra ermişlerdir. Henüz bu mananın tam oturamadığı kimselere bu sırrı idrak ettirmek için didinip dururlar.
Birazdan okuyacaklarınız da birçoğunuzun daha önceden idrak ettiği bir sır olabilir fakat ben bu sırrı geç bir vakitte idrak ettim. Şimdi ise karşıma çıkan her kişinin omuzlarından sarsarak bu hakikati söylemek istiyorum ki kimse benim gibi geç kalmasın. Elimde kibir hastalığının kendimce bir devası olduğunu söylesem ne dersiniz?
Mübarek Ramazan ayında hatimle namaz kılınan camilerde yirmi rekata dayanamayıp sekiz rekatı kıldıktan sonra çıkanlara atılan bakışları görmüşsünüzdür ya da Ramazan ayında birden fazla hatim yapanların sadece bir hatim yapanlara söyledikleri sözleri işitmişsinizdir. Haramlardan sakınan bazı kimselerin haram işleyenlere “Allah hidayet versin” diyerek aşağılayıcı bir şekilde yüz çevirişlerine dikkat etmişsinizdir. Buradaki kastım sekiz rekat kılanları savunmak ya da haramları güle oynaya yapanlara alkış tutmak değil elbette. Sadece insanın gücünün, kuvvetinin, yapabildiklerinin ancak Allah’ın yardımı ile olabileceğini unutanları nazarlarınıza vermek istiyorum.
Sen yirmi rekatlık namazı Allah’ın yardımı ile kılabilmiştin, Allah’ın yardımı ile birden fazla hatim yapabilmiştin, Allah’ın yardımı ile haramlara karşı koyabilmiştin… Nefsinde İslâm’ın emirlerinden bir emri yerine getirebiliyorsan da yasaklarından bir yasaktan beri olabiliyorsan da “Hamd Allah’adır, bu Rabbimin bir lütfudur” diyebilmek esas meseledir. Bu esas meseleyi yakalayabilmek, gücü kendimize nispet ederek kibre kapılmaktan bizi koruyacağı gibi yapamadıkları şeyler konusunda başkalarını küçümseme hatasına düşmekten de muhafaza edecektir.
FİRAVUN’DAN ÜSTÜN DEĞİLSİN
Rabbimizin bizde görmeyi arzu ettiği tavırlardan birisi, kişinin hayatta karşılaştığı herkese karşı tevazu sahibi olması yani kendisini alçak görmesidir. Sabah minibüste yanımıza oturan kimse, okulda temizlik yapan abi, simit satan genç delikanlı ve gün içinde karşılaştığımız nice insan… Sadece bu kimseler değil yolda karşılaştığımız tesettürsüz insanlardan, kaba saba tiplerden, ha[1]yatı boyunca hiç namaz kılmamış insanlardan da kendimizi üstün görmememiz gerekiyor. Belki bu durum tesettürlü, hafız, hayatında bir vakit bile namaz kaçırmamış olan bir kimse için tuhaf kabul edebilir. Önceden bana da tuhaf geliyordu ta ki şu sözleri duyana kadar: “Kim nefsini Firavun’un nefsinden daha hayırlı görürse o kişi nefsinde kibri izhar etmiş demektir.”1 İnsan kendini belli bir noktada Firavun’dan bile üstün göremiyorsa dünya üzerinde karşılaştığımız herhangi bir insandan üstün görmesi nasıl mümkün olabilir?
Hayatta her şeyde olduğu gibi “La havle ve la kuvvete illa billah” diyebilme mertebesine ulaşmak için de bir süreç ve eğitim söz konusudur. Bu incelik fıkıh kitaplarımızda yer alan fakat bizlere kapalı kalmış manalardandır. Hayatımızın tam merkezinde olan Ezan-ı Muhammedî’de kişiyi bu mertebeye ulaştıracak, düşünmesini sağlayacak mesajlar vardır. Ezan okunurken bizden istenen ezan lafızlarının aynısının müezzinin ardından tekrar edilmesidir. Sıra “Haydi namaza, haydi kurtuluşa” nidasına gelince ise söylenilmesi uygun olan sözcükler “La havle ve la kuvvete illa billah”tır. Bu sözlerle biz abdest almamızın, cemaate gitmemizim, namazımızın Allah’ın gücüyle olduğunu itiraf etmiş oluruz. Bizim felahımız, kurtuluşumuz yüce Rabbimizin kuvvetiyledir. Bir insanın günde en az beş defa hatırladığı bu incelik bizim kibirden korunmamıza vesile olabilecek ince bir sırdır. Bunu hatırlamayan insan namazını, orucunu, ibadetlerinin tümünü kendi kuvvetinin, gücünün bir ürünü olarak görür ki bu da kişinin kalbinde kibrin filizlenmesine sebep olur.
Bu sır sadece ibadetlerde değil hayatımızın her alanında karşımıza çıkmaktadır. Bizler yemek yedikten sonra yine bu inceliğe binaen “Hamd benden bir güç ve kuvvet sadır olmadan bana bu yemeği yediren Allah’adır.” sonrasında deriz. Belki o yemeği elde etmek için çok çalıştık, yorulduk, para kazandık daha sonra da gittik kendimize o yemeği aldık. Madde planında tüm gücün, kuvvetin bizden sadır olduğu gözlemlense de Allah’ın izni olmaksızın tek bir parmağını bile kaldıramayacağını idrak eden insan için maddede var olan planın suretten ibaret olduğu yadsınamaz bir gerçekliktir.
BU RABBİMİZİN BİR LÜTFUDUR
“Savaşta onları siz öldürmediniz, onları Allah öldürdü; (oku) attığında da sen atmadın, Allah attı…”2 ayet-i kerimesinin sırrı da bu değil midir? Bu Ayet-i Kerime[1]sinin nüzul sebebi olarak Bedir, Huneyn gibi birkaç savaşta Peygamberin, yerden bir avuç çakıllı toprak alarak düşmana doğru savurması, tozun ve çakılların birçok savaşçıya isabet ederek onları saf dışı bırakması olayı zikredilmiştir. “Onları siz öldürmediniz” denilerek müminlere hitap, “sen atmadın” denilerek de Resulullah’a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hitap vardır. Hakikatte bu işleri gerçekleştiren Allah’tır. Ayet-i Kerimenin devamı “…bunu da müminlere güzel bir lütufta bulunmuş olmak için yaptı.” olarak gelmektedir. Biz zahirde dağları aşsak da yolları geçsek de asıl kuvvet ve güç Allah’ındır. Ve her ne olursa olsun deriz ki “Hamd Allah’ındır, bu Rabbimizin bir lütfudur.”
Bu sırrı idrak edebilirsek ne kibrimiz kalır ne de korkaklığımız. Kişi gücü ve kuvveti Allah’tan bilince, Allah’ın yardımı olmaksızın bir parmağını bile kaldıramayacağını idrak edince, kibri izale olur. Kişinin korkarak girişemediği işler, gücünü yetersiz görüp yapmaya niyet edemediği tüm planlar karşısında “La havle ve la kuvvete billah” zikri, kişiye gücün asıl sahibini bilerek yola çıkmayı, önüne zorluklar çıkınca ise korkmamayı telkin ediyor. Bu zikri bilen kimseye durmak yakışmaz. Bu zikri bilen kimseye koşup yorulduktan sonra zirvedeyken “ben çıktım” demek yakışmaz. Zirvedeyken de “La havle ve la kuvvete illa billah”, önümüze dağlar, taşlar çıktığında da “La havle ve la kuvvete illa billah”…
1 Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, s.152
2 Enfal Suresi, 17