Cumartesi, Aralık 21, 2024

Kendini Sevme Sanatı

Sevde Nur Abdurrahmanoğlu

Paylaş

Sağ omzunun üzerinden sola doğru, sırtüstü gelecek şekilde hafifçe döndü.

Duymaktan hiç hoşlanmadığı ses, dördüncü kez kulağını tırmalıyordu. Zaten hiçbir zaman alarmı kurduğu ilk saatte kalkamazdı. Yatağından doğruldu, yüzüne su çarptıktan sonra sıradaki temiz takım elbisesini giymek üzere gardırobuna yöneldi.

Saçını taramak, kravatını orantılı takabilmek için evin en kör noktasına koyduğu, siluetten fazlasını görebilmenin gündüzleri dahi ışığı açmakla mümkün olduğu aynalı portmantonun önüne geçti. Buranın lambasını en son ne zaman açtığını hatırlamıyordu, muhtemelen gömleğinin yere düşen düğmesini bulabilmek içindi.

Saçını önce öne sonra sağa doğru taradı, kravatını üç hamlede yakasını ortalayacak şekilde yerleştirdi. Öylesine alışmıştı ki tüm bunları düşünmeden yapıyordu. Böylelikle bazen hiç düşünmeden öylece durabilmek bazense çokça düşünebilmek için vakit kazanıyordu.

Evden çıktı. Birkaç metre yürüdükten sonra soldaki dar, uzun, büyüklü küçüklü taşların bulunduğu sokağa saptı. Bu sokağı bilmem ki kaç yıldır tanıyordu. Ne hayalleri ölmüştü bu sokak arasında, kimleri gömmüştü kaldırımlarında, bu soğuk taşlar kim bilir kaç umuduna mezar olmuştu.

Taşların sebep olduğu yükseltilerin yerlerini bile ezbere bildiği bu sokakta yürürken bir karartı fark etti. Yaklaştıkça emin oldu. Sokağın sonunda, kaldırımın üzerinde biri oturuyordu. Hüzünlü ve ağlamaklı olduğu her hâlinden belliydi ama ağlayıp ağlamadığını göremiyordu çünkü elleriyle yüzünü kapamıştı. Geç kalacağını bilse de bu adamı görmezden gelemezdi. Zira kendi dışında herkese karşı merhametli ve müsamahakârdı. Kendi dışında herkes için ayıracak vakti, söyleyecek sözü vardı.

Benliğine itiraf edemediklerini, bir başkasına kolayca söyleyebiliyordu.

Onun oturduğu kaldırımın biraz ötesine çömeldi:

-İyi misiniz? Bir şeyiniz yok ya?

-İyi miyim? Bilmiyorum. Yeryüzündeki dağlar dile gelse, ağaçlar kalem olup yazsa, bulutlar yağmur olup yağsa üzerimdeki nimetleri sıralayamaz. Buna rağmen ne yedi kıtalı dünyanın ne yedi kat semanın ağırlığı, yüreğimin üzerindeki yükü tanımlayamaz.

Aslında neden yorgun, neye öfkeli, neye kırgın olduğumu da bilmiyorum. Belki düşmekten yorgunum, belki ayağa kalkmaktan. Belki başaramadığım için bu kızgınlığım ya da başarmayı istemediğim için. Bu belkiler düğümü en son hangi iplikte çözülür, iyi olmayı bile beceremeyen bende mi yoksa yokluğu bunları düşünmeye hacet bırakmayacak yaşamın kendisinde mi?

-Derler ki “Yaşamak maruz kalmaktır”. Maruz kalmaktan korkmamak gerekir. Elbette bir suç varsa suçlu da vardır fakat suç her zaman var mıdır? Başaramamak, becerememek, henüz yarınlar bitmeden vazgeçmek suç mudur? Bir gün dönmenin umuduyla masadan kalkmak, firâkı ne denli uzun olursa olsun kabahat midir?

-Dönmeyeceğini biliyorsa, hatta zaten yapamayacağını bildiği için dönmeyi bile istemiyorsa kabahattir. Birileri karanlığın ortasından kimsesiz ve yapayalnız olduğu halde ışığa doğru yürüyebilirken biri bırakalım yürümeyi, emekleyemiyorsa suçludur.

-Aslında kimsesiz ve yapayalnız görünen, ışığa doğru yürüyebiliyorsa yalnız değildir. Kendini var edene ve karşısındaki aynada görünene sırtını dönmemiş, yalnızlık mülkünü çoğaltmamıştır. Düşmanının kendisi olduğu hiçbir savaşı kazanamayacağının farkındadır. Aynada gördüğü kişiyi seviyordur o. Hatalarıyla, kusurlarıyla seviyordur. Çünkü zaten şu hayatta sevdiği hiç kimseyi mükemmel olduğu için sevmemiştir. Yalnız değil, kendiyle birlikte yol alıyordur. Koşmaya gücü yetmezse yürüyordur, yürümeye mecali kalmasa emekliyor, eli ayağı tutmasa yük dolu yüreği atmaya devam ediyordur.

Her halükârda hareketin ve aksiyonun peşindedir. Yorulduğundaysa şu söylenmiş sözlerin gölgesinde nefeslenir: “Her gün bir yerden göçmek ne iyi, her gün bir yere…”

Sözü yarım kaldı. Zira başından beri elleriyle yüzünü kapatan adam, şimdi elini indirmiş, başını çevirmiş ona bakıyordu. Bu nasıl olabilirdi? Epeyce zamandır karşısında çaresizce duran, sabahın bir vaktinde soğuk bir kaldırım taşının üzerinde oturmuş derdini itiraf eden adam, kendisinden başkası değildi.

Sağ omzunun üzerinden sola doğru hafifçe döndü. Duymaktan hiç hoşlanmadığı ses, beşinci kez kulağını tırmalıyordu. Zaten hiçbir zaman alarmı kurduğu ilk saatte kalkamazdı. Yatağından doğruldu, yüzüne su çarptıktan sonra sıradaki temiz takım elbisesini giymek üzere gardırobuna yöneldi. Saçını taramak, kravatını orantılı takabilmek için evin en kör noktasına koyduğu aynalı portmantonun önüne geçti.

Buranın lambasını en son ne zaman açtığını hatırlamıyordu. Fakat bu kez içgüdüsel olarak ışığın anahtarına yöneldi. Yavaşça aşağı doğru hareket ettirdi. Yaptığı işi tam küçümseyecekti ki dakikalar önce sokağın sonundaki adama yönelttiği yarım kalan sözleri hatırladı:

“Her gün bir yerden göçmek ne iyi / Her gün bir yere konmak ne güzel / Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş / Dünle beraber gitti cancağızım / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım”

İlginizi Çekebilir

İlginizi Çekebilir