-Yaşamak istiyorum! Yaşamak… Diye bağırdı adamın biri. Yoldan geçen bir diğer adam ise: “Şu hâle bak, adam öldüğünü sanıyor herhalde!” diye söylenerek yoluna devam etti.
Herkesin aynı şarkıyı dinleyip, aynı sözleri mırıldandığı bir zamanda, kalabalıklar içinde sessiz kalmayı kendine pay edinmiş olsa da kendi şarkısını susturamayan adamın çığlığı! Evet, netice tam olarak böyle. İnsanın ferdî tarafının yok sayıldığı, hegomanik düzenin toplumun kabullerinin sonucu olarak gösterildiği, içinde bulunduğumuz çöküşün “modernizme yaklaşma” tanımlarıyla karşılık bulduğu bir çağda varolmak adına direnişin bir sahnesi de diyebiliriz!
Bu sahnenin bizlere anlattığı bir şey var:
İnsanın kendi olarak kalmasının bir çeşit ilkellik olarak sunulduğu düzende, her şey gelişmek adınadır! İçinden geçenleri ciddiye alıp peşinden gidenler, geride kalmış olmakla suçlanmaya mahkûmdurlar. Veya bir delilik damgası taşımaya!
Çağdışı olmamak için çağdaş olmayı göze almak, bizim için neye tekâbül ediyor? Çağın içinde olmak uğruna verdiğimiz mücadele; bizim doğrularımızı, kabullerimizi yok sayacak kabilden bir düzene iştirak ediyorsa bizim için çağdaş olmak yine de esas hedef olmalı mı?
Bu sorular bugünün sorunları gibi görünse de tarih bize aynı soruların 6 asır öncesinde de sorulduğunu gösteriyor.
- yüzyılın meşhur söylemlerinden: “Beyaz adamın yükü ağır” sloganı, Asya ve Afrika toplumlarını medeniyet ile buluşturmanın bir söylemi olarak ortaya çıkmıştı fakat bu toplumlarda medeniyet söylemi, sömürülmekten başka bir şey olarak kendini göstermedi. Bu sahne bize, iki ayrı medeniyet kavramının olduğunu gösteriyor. İnandığımız -bizlere anlatılan medeniyet- ve aslında olan. Birincisi, yani inandığımız medeniyet, bizlere muasır devletlerin seviyesine ancak onların düzenini devam ettirerek erişmenin mümkün olabileceğini söylüyor. İkincisi ise vadedilen medeniyetin herkes için aynı sonuca varmadığı gerçeği. Bizim kendi yükümüzü yalnız kendimizin yükü olarak görmemiz bizi bu anlamda bir nebze olsun şanslı olduğumuz sonucuna ulaştırabilir. Fakat kendi yükümüzü beyaz adamın vaadi ile hafifletmeye çalışmamız, ne yazık ki aynı büyüye kapıldığımızı gösteriyor. Üstelik bizler, tehlikemizin peşinden gittiğimizi bilerek bu yola giriyoruz. Yani önde başladığımız müsabakanın mağlubiyetini yaşarken buluyoruz kendimizi! Bir toplumun kabullerini olduğu gibi almak, kendimizi yok saymaya kadar götürüyor durumu. Farklı bir söylemle, tek kabuller içerisinde bir düzen, ezberlenmiş bir yaşamın içinde mahsur bırakıyor bizleri. Manzara: Moda’nın gündemine göre belirlenen giyimler, Medya’nın akımları üzerinden yaşanan yaşamlar… Ve en nihayetinde tek tipleşme üzerine inşa edilmiş, düzen olarak sunulan toplumsal kaos!
İpleri elimizden kaçırmamız elbet bir sebeple açıklanabilecek bir durum değil. Zamanın içinde, onun birer öznesi oluşumuzu yitirmişliğimizi de ele almak gerekir. Bu yitirmişlik, varlığımıza dair sorulacak soruları soramamak demek bizler için. Kendimize dair soramadığımız her bir soru ise modernitenin kabullerini, doğrularını yaşamlarımızla tekerrür ettirmeye karşılık bulacağı için âdeta sisteme hizmette kusur etmemekle neticeleniyor hâlimiz. Nerede olduğumuz, ne yaptığımız, yaptığımızı ne için, kim için yaptığımız yalnız içinde bulunduğumuz çarkın bir dişlisi olmanın devamında doğan sualler değil, aynı zamanda mevcudiyetimize bir anlam bulmanın da sualleri.
-İnsanlar koşar adımlarla yağmurdan kaçarken Adam, kafasını göğe kaldırıp yüzüne değen yağmur damlalarına tebessümle karşılık verdi, sanki bir selam gönderilmiş de onu alır gibi… Bir an durup; “Bu anı biriktirmeliyim; ne kadar damla, o kadar nefes!” dedi. Sonra avuçlarını açıp ellerine değen her bir damlayı sıkıca kavramaya çalıştı, su avuçlarına sığmıyor akıyordu ama adam, ellerine değen her bir damlayı gönlünde bir nefes olarak biriktirmekle meşguldü.
Sorulacak her bir soru, kendi hikâyesini aramakta.
Verilecek her bir cevap, öznesi tarafından bulunmayı beklemekte.
Yaşamımız, cevaplanması gereken soruların peşinde kendi hikâyesine erişmeyi bekliyorken yaşamaya aceleciliğimiz, gördüklerimizi alelâdeleştiriyor. Yaşanamayan yaşamlarımızın telaşı, bakılan ama seyredilemeyen manzaralarda buluyor kendini. Her şeyin olması gerektiği gibi olduğu düşüncesi yalnız gördüklerimizi sıradanlaştırmıyor, bizi de sıradan kılıyor. İnsan, bu sıradanlıktan ancak dünyadaki varlığını anlamlı bir hikâyede bütünleştirip kendi hikâyesinin peşinden gidebildikçe uzaklaşabiliyor. Devamında ise kendi hikâyesini yaşayan insan, gördüklerinin de hikâyesini okumaya başlıyor ve kendi yaşamının öznesi olduğu idraki ile gördüklerinin de öznesini aramaya perde aralanıyor.
Seyredilmemiş manzaralar, kendi hikâyesinin peşinden giden insanı beklemekte!