Türk psikiyatri hekimi ve yazar Prof. Dr. Kemal Sayar, “Ömür, tek sermayemiz. Geleceğin değil, sadece anın imkân olduğunu fark etmemiz lazım. Her ne yapacaksak şimdi başlamalıyız.” diyor.
Akademik bilgiler ve yaptığınız çalışmalar doğrultusunda bugünün Kemal Sayar’ını medyaya yansıyan ölçüde tanıyoruz. Merak ettiğimiz, bugünün Kemal Sayar’ı üniversite yıllarının Kemal Sayar’ından ne kadar farklı?
Çok farklı. Kendine daha çok güvenen, daha temkinli, daha girişken ve dünyayla daha çok kirlenmiş…
Genellikle gençken belirlenen hedefler, yaşın ilerlemesi ile ya ıskalanır ya da tamamen yön değiştirir. Sizce bu durum, hedeflerin henüz oturmamış bir kişilikle belirlenmesinden kaynaklanabilir mi?
Gençlikte, yaşamın doğrusal ve ilerlemeci bir mimarisinin olduğunu varsaymakla ilgili olabilir. Çocukluğun munis, geniş ve bölünmemiş zamanından ayrılıp kaygının güçlendiği, programlanmış, parçalanmış bir zamana geçildiğinde, yaşamı da nihai hedefler ve ona giden duraklar şeklinde kurguluyoruz ekseriyetle. Toplumun ve zamanın modern ruhu böyle bir tasavvuru dayatıyor gençlere. Evrenin zembereği boşaltılmış büyük bir makine gibi algılanmadığı, Tanrı’nın her an yaratımın içinde ve etrafında aktif ve aktör kabul edildiği modern öncesi dönemlerde mühim olan; yol insanı, usul ve erkân sahibi insan olmaktı. Hedef, yolun bizatihi kendisiydi. Gençler, bu modern atmosferin talim ve terbiyesiyle inşa ediliyorlar ve hayata bırakılıyorlar. Hedefleri ve yol haritaları ile ufku aşan yola koyuluyorlar. Yaşın ilerlemesiyle birlikte olan şey, yolun yürünmekle aşınmayacağını ama haritaların epriyip elimizden döküldüğünü görmek. Tabii, her zaman bu şekilde olmayabilir de “Bilgelik her zaman yaşla birlikte gelmez; bazen yaş tek başına çıkıp geliverir.” diye bir tespit de var maalesef. Bu söylediklerim elbette, amaçlardan arındırılmış, bomboş, nihilist veya tufeyli bir hayat sürelim anlamına gelmiyor. Ama gayelerimiz, değerler çerçevesinde umud edilmiş, zuhurata tabi olarak güncellenebilen, o gayelere giden yolların geniş bir perspektif, zihin ve solukla eş zamanlı olarak görüldüğü, yapmakla değil olmakla gerçekleşebilecek niteliğe sahip olmalıdır. İnsan karakteri, son nefesine kadar yapım aşamasındadır, “oturmuş kişilik” ifadesini yaşla bağlantılı bir çerçevede kullanmak çok münasip olmaz.
Her zaman ve mekânda bir şeyleri değiştirebilecek gücün gençlerde olduğuna inanılır. Ancak bugün gençler olarak beklentilere cevap verirken taklitten, toplum baskısından kurtulmak ve kendimizi dinlememiz oldukça zor hâle geldi. Ruhumuzun sesine nasıl daha duyarlı hâle gelebiliriz?
Bu dert sadece gençlerin gündeminde değil maalesef. Gündelik yaşamımız, insan ilişkilerimiz, tüm bireysel ve sosyal hayatımız kapitalist değerlerin, iş dünyasının ilkelerinin dili etrafında örülüyor. Karakterlerimiz aşınıyor ve yerine ikame edilen şey de oldukça nâhoş. Literatüre girmiş birçok tabir de var; yamalı kişilikler, bukalemun kişilikler, duygu sonrası toplum, Mcdonaldlaşmış toplum, I- nesli vs. Metropol yaşamında ve sanal dünyada çok yoğun temas hâlindeyiz ama bu temas bir ısı yaratmıyor. Hamurumuzu mayalayacak insanî yakınlıklardan mahrum kalıyoruz. Bunun yerine, yeni kapitalist jargon sistematiğinde idealleştirilmiş rol modelleri, iş dünyasının başarılı insanlarını, idolleri, sınıf basamaklarında yükselmiş tanıdıkların yaşamlarını taklit ederek “başarılı” ve makbul bireyler olmaya çalışıyoruz. Oysa, tecellide tekerrür yoktur. Hakk, mevcudata aynı şekilde tecelli etmediği gibi her bir varlıkta da aynı şekilde iki defa mücella olmaz. Bir insan için gerçekleşebilecek en kötü senaryolardan biri, bir başkasına ait bir hayatının bitiminde ölmek; aynıyla taklit ve sorgusuz itaat de bunu sağlamanın en kestirme yöntemi. Cemil Meriç merhum, Batı karşısındaki durumumuzu efendisinin ilaçlarını aşırıp içerek iyileşeceğini uman ahmak uşağa benzetiyordu. Kendi sahiplerinin bile derdine deva olmayan ilaçların bize de bir hayrı dokunmayacaktır. Bunun yerine sahih olmayı öncelemek gerekiyor. Değer eksenli bir yaşam arayışında olmak ve seçimlerimizin o değerlerle çelişmemesine, bizi temsil etmesine özen göstermek, ruhumuzu da korumamıza yardımcı olur. Francis Bacon’ın bir sözü vardır “Pahalıya mal olan dostlardan kaçınmalı bence insan. Yoksa kuyruğu uzatayım derken kanatlarını kısaltır.” Var oluş şekilleriyle bizi besleyen, kanatlarımıza irtifa veren insanlara yakın olmak, onların sözleri ve davranışlarıyla cesaret ve dirim bulmak gerekiyor. Bu insanlar aynı zamanı paylaştığımız kişiler olduğu kadar, ölüp gitmiş ama eserleriyle yaşayan müstesna şahsiyetler de olabilir. Zamanda da dostlar bulmamız mümkün. Lüzumsuz, kötücül, hikmet ve irfandan uzak davranışlardan ve ortamlardan mümkün olduğunca sakınmak -bedenen olmasa bile en azından ruhen- güzelliği vazeden, temsil eden şeylerle ünsiyet kurmak gerekli. “Ben kendi boyumda değilim, baktığım şeylerin boyundayım.” diyordu Pessoa. Müteal olanı, tabiatta, sanatta, dinde, felsefede ve insan gönlünde aramalıyız.
Sürekli aile-çocuk, anne-baba ve gençlik-aile ilişkisi üzerine konuşuluyor, yazılıyor. Peki, kişinin kendisi ile ilişkisi nasıl olmalı?
“Yoksa görünüşte bir sıfat mıyım?” diye soruyordu Aşık Veysel, “Yıllarca aradım kendi kendimi/ Hiçbir türlü bulamadım ben beni” diye başlayan türküsünde. Kendimizi, kendimizde arayarak yola çıkalım ama bulacağımız yer bizi aşan bir menzildedir. İnsan, Aristoteles’in tabiriyle “zoon politikon/ toplum hayvanı.” Ama bunu, herkesle bir olalım, toplum düzenini aksatmayalım şeklinde yorumlamak da bir o kadar hatalı. Psikoloji kuramlarının hemen hemen tamamı, insan yavrusunun kişilik gelişiminin aynalayarak başladığını teslim eder. İlk etapta anne veya ilk bakım veren kişiyle oluşan bu motif, ömrümüz boyunca da sürer gider. Toplum veya topluluğun, ailenin bir dişlisi olarak değil ama o canlı organizmanın bir dönüştürücüsü ve dönüşeni olarak var oluyoruz. Anne bebeğini inşa ettiği kadar, bebek de anneyi inşa eder. 40 yıl bir sütunun tepesinde inzivaya çekilen Aziz Simeon gibi yaşamak da bir seçim elbette. Ama yaşamanın en verimli versiyonu değil. Bizim dervişlerimiz, erenlerimiz “halvet der encümen”i tercih etmişler, “kalabalıkta yalnız olmak”. Hakk ile yakın olmak için toplulukları seçmek emin olun daha meşakkatli ama insan olmak için, yâre- yârâna ihtiyacımız var. Çünkü yeryüzünde Dostun evi yani Beytullah insan gönlüdür. Biz sadece yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmiyoruz, Yaratan’ı da yaratılandan ötürü seviyoruz. Bu yüzden kendimiz ile ilişkimiz de, benliğin taşmış ve sirayet etmiş bir nev’i üzerinden olmalıdır. Yunus, “Dost yüzünü görmez isem bu gözlerim nemdir benim” derken, -sadece- ağladığından dem vurmuyordu, insanın kendi gözlerinin mümeyyiz vasfının, dostun yüzünü görmek olduğunu söylüyordu.
İçimize doğru keşifler yapmadıkça duygularımızı da tanımlayamıyoruz. Gençler olarak kendimizle olan ilişkimizin bağlantısını bulamıyoruz ya da yanlış yaklaşıyoruz. Doğru yaklaşım nasıl olmalı?
Tefekkür, kitabî bir yaşam şekli, Rahmanî bir öğüt ve yokluğu da O’nun tarafından kınanma vesilesi. Tüm kadim öğretilerin “Kendini bil!” öğüdünü ihtiva etmesi bir tesadüf değil elbette. Tefekkürün ilk basamağı insanın kendine’liğini idrak etmesidir. Bizim anlam dünyamızda bu, göreneğin etkisiyle “haddini bilmek” olarak yorumlanıyor yaygın olarak. Ama yüksek idrak ve sezginin solunduğu işrakî gelenek ve onun mayaladığı irfanımız, başka bir şekilde, Hakk’ın en yüksek mertebede insanda tecelli ettiği ve tecellinin de insanlaşma yolunda yetkinleştikçe, tekâmül ettikçe güçleneceği manasında yorumlamış. Hint mistisizminden farklı olarak bizde olgunlaşan insan tanrılaşmaz, insanlaşır. Eksik insandan, insan-ı kâmile doğru yol alır seyr-i sülûku ile. İnsanın, Gâlib’in ifadesiyle “zübde-i âlem” oluşunun sırrı, bizzat kendini bilmek ile açığa çıkar. Bu anlamda kendimiz ile ilişkimiz, aslında bir kendi ile ilişki değildir. Hem dikey boyutta Yaratan ile bir ilişki, hem de yatay düzlemde mevcudât ve bilhassa ötekiler ile olan ilişkimizdir. Ancak sanılanın aksine, bu ilişkiler bizi tek yönlü olarak bizi belirlemez. Bakışımız yani kendilik bilincimiz, varlığın da yaratanın da vasfını şekillendirir. Sembolik üst yapı -toplum, dil, kültür vs- bir taraftan bizi yoğuradursun, insan sürpriz yaratabilen tek canlıdır. İnsan doğası, sabit olmakla kalmaz, kendi dışındakini de yorumlar ve elbette yaratır.
Kitabınızda, kas geliştirir gibi kimlik geliştiren bir millet hâline geldiğimizden bahsediyorsunuz. Biz de gençler olarak maalesef, geliştirilen bu suni kimliklerimizle hâlihazırdaki geleneksel yaşam arasında sıkışıp kalıyoruz. Oluşan çelişkiyi kırmak ve kendi özümüzle olan bağlantıyı yeniden sağlamak adına ne yapmalıyız?
Bukalemun kişiliklerdeki problem, değişebilmeleri değil, bu dönüşümün sahih olmaması. Bunlar, tabi kişilikler. Sembolik düzenin, çalışma ve toplum hayatının menfaat kavramına endeksliler. Alkışlanmak, sınıf atlamak, görünerek var olmak için müesses yapıya intibak etme yeteneklerini maksimize ediyorlar. Bunu da kendiliklerinden ödünleyerek yapıyorlar. Byung Chul Han “performans toplumu” diyor bireyin kendine uyguladığı bu yeni tür şiddeti açıklarken. Bu öz şiddet de depresyon ve tükenmişlik sendromu olarak tebarüz ediyor sonra insanlarda. Geleneği, görenek veya gelenekçilik olarak yorumlayan bir idrak de dışarıdan da olsa en az bu kadar hasar bırakıyor insanda. Oysa geleneğin, insanı göğerten yeşerten bir endişesi de vardı. Köy-kasaba tecessüsünün ve tahakkümünün gelenekle bir tutulması bizi geleneğe toptan bir bühtana sürüklüyor. Evliyanın en hafifinden tuhaf veya ayrıksı görülmesinin bir nedeni de muhtemel ki onların nev’i şahsına münhasır ve sahih bir yaşama cesaret edebilmeleriydi. Halktan ayrı düşmek, Hakk’a farığ olmakla aynı şey değildir; hatta tam tersine “ataların dini üzere olmak” veya herkesleşmek en olası yozlaşma yöntemidir. Hannah Arendt, “Kötülüğün Sıradanlığı” kitabında bu olguyu anlatır. İnsanın, herkes olduğu yerde kimse yoktur, çünkü sorumluluk yoktur. O yüzden buradaki anahtar kavram “sorumluluk” kavramı. Evet, başkalarına karşı sorumluyuz ama kendimizden ve kendi davranışlarımızın sonuçlarından da en çok biz sorumluyuz. Bu sebeple, başkalarını suçlamadan ve onlara yansıtmadan yaşayabileceğimiz bir insan olmak yönünde tercihlerimizi yapmalıyız.
İçinde bulunduğumuz çağ tanımlanırken hız ve haz çağı olarak dile getiriliyor. Bu kadar haz peşinde koşan ve hızla akan bir çağ içinde kendimizi nasıl konumlandırabiliriz?
Hâşim’in “Müslüman Saati” başlıklı enfes yazısındaki ifadeyle “Eski saatler(…) hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş ilgisiz dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı sonu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanınmaz bir hâle getirdiler.” Saatin yeni ölçüsü bir fay kırığı gibi, vaktin manzaralarını etrafımızda tarumar ediyor. Zamanın manzaraları, bizi kalbimize yakın tutan tefekkürün, temaşanın ve ünsiyetin manzaraları aynı zamanda. Modern çağ insanı üreten/ tüketen bir araç olarak tanımladı. Onun sadece bu gayelere hizmet eden nitelikleri korunup gözetildi hatta farklı yöntemlerle (reklamlar, algı ve performans yönetimleri vs.) köpürtüldü. İnsanın değeri bu kriterlere indirgendi. Eskiden bu tür zaman manzaralarını organize eden bir yaşam kültürü vardı. İnsanların gündelik yaşamı ev- aile, mahalle-komşu, muhit-cemaat, mescid-cemiyet ve maişet kaynağı arasında hakkaniyetle dokunurdu. Günlük kazancını kazanıp diğerlerine zaman ayırmak için dükkânını kapatan insana miskin gözüyle bakılmazdı.
Takatinin son noktasına kadar üretemeyen ve tüketemeyen insana, “vazifeden kaytarıyor” gözüyle bakılıyor artık. Oysa insan olmak zaman alır. Kendimizi araçlarımızın araçları kılarak yapamayız bunu. Geri çekilmeyi göze almamız gerekiyor. Daha az kazanmaya razı olmalıyız. Tüketirken başkalarıyla rekabete girmeme konusunda yakaza olmalıyız. Neyin değerli olduğuna dair bir sezgi geliştirmeliyiz.
Ömür, tek sermayemiz.
Horatius, “Bir şey koparır bizden yıllar, akıp giderken.” diyor. Geleceğin değil, sadece ânın imkân olduğunu fark etmemiz lazım. Her ne yapacaksak şimdi başlamalıyız. “Ağaç dikmek için en iyi zaman yirmi sene öncesiydi. İkinci en iyi zaman ise şimdi.” denir bir Çin atasözünde. Düzenli olarak sevdiklerimizle yüz yüze içten sohbetler yapabilmek, muhtaca ve âcize el uzatmak, edebiyat, sanat ve müziğin açtığı manzarada güzellikle hemhâl olmak, ibadet ve tefekkür edebilmek, tabiata açılabilmek için fazla mesaiden, yol trafiğinden, boş insanlardan ve boş konuşmalardan, televizyon ve ekran karşısında sürüklenmekten söküp geri almalıyız zamanımızı. Başka türden hazlar keşfetmeliyiz. Başkalarının yaşadığı gibi yaşamak zorunda değiliz. Bizim asli vazifemiz, sadece bize emanet edilmiş kendi özgün biricik hayatımızı ifa etmek.
Şu anda sosyal medyanın varlığı mahremiyet algılarımızda şüphesiz ki değişimler meydana getirdi. Neden bu kadar görünür ve göz önünde olmak istiyoruz?
Zygmunt Bauman, “Diğer kişisel mülkiyet kategorileri gibi ‘sır’ tanımı gereği, diğerleriyle paylaşılmayan ya da paylaşılan kişinin yakinen takip edildiği bilginin bir parçasıdır… Günümüzde bizi korkutan, mahremiyetimize ihanet edilmesi ya da onun ihlal edilmesi olasılığı değil, bunun tam tersidir: mahremiyetten çıkışın önünün kapatılması- mahremiyet alanı, artık bir hapsedilme alanı oldu.” diyor. İnsanlar, görülmenin, var olmanın şartı olduğunu, görüldükleri kadar var olduklarını sanmaları nedeniyle her şeyi teşhir etmeye yöneliyorlar. Kendilerini tanımladıkları her unsur, başkalarının gözü tarafından tescillendiği takdirde onlara güven telkin ediyor. Oysa burada yitirilen bir odak var; ilan edilen, teşhir edilen şey, tüm çağlarda persona yani bir maske idi. Maskeler, özün saldırıdan korunması için icat edilir. Bileşik kaplar kanununa tabi bir durum vardır maske ve öz arasında, ne kadarını kabuğa taşırsanız cevherde o kadar az şey bırakırsınız. Gaston Bachelard, “Mekanın Poetikası”nda şöyle der, “Her türlü mahremiyet kendini gizler.” Joe Bosquet, şöyle yazar, “Kimse benim değiştiğimi görmüyor. İyi ama beni kim görüyor ki? Kendimi gizlediğim yerim ben.” İnsan, kendini gizlediği yerdedir.
Bir konuşmanızda “kusurlarınızı kabullenin” diyorsunuz. Ancak biz, bırakın kusurlarımızı kabullenmeyi sanal dünyada kendimizi olduğumuzdan çok daha kusursuz göstermeye çalışıyoruz. Kusurların bu kadar kolay örtüldüğü bir dünyada kusurlarımızı, hatalarımızı kısacası kendimizi nasıl kabullenebiliriz?
Kusur, “mükemmel” tanımına bağımlı kelime. Bir şeyin kusurlu sayılabilmesi için onun kıyaslandığı ideal bir kavramın olması gerekli. Oysa kusur olarak algılanan birçok durumda aslında ideal kabul edilecek bir referans noktası, bir miyar yoktur. Kusursuz kabul edilen şey, bir mutabakatın eseridir. Ve bu mutabakat büyük ölçüde, reklamcılığın, kapitalist jargonun, göreneğin vs. tayin ettiği kriterlere göre sağlanır. Yani her şeyden önce kusur olarak tanımlanan şeyin, kusur olup olmadığını düşünmeliyiz, belki de bizi mükemmele daha yakın kılan şeydir bu “kusur”. Ancak nâkısalarımız, hatalarımız, eksiklerimiz de olabilir. Olan olmuştur. Geçmişin olaylarını değiştiremeyiz ama yaşadığımız müddetçe etkilerini değiştirebiliriz. Olmak istediğimiz, daha iyi bir insana doğru yol alabiliriz. Elbette bunu yapabilmek için de gerçekçi ve vicdan sahibi bir gözle kusurlarımızı tespit ve kabul etmemiz gerekiyor.
Günümüz insanını “mutsuz” olarak tanımlayabiliyoruz. Ancak özellikle bazı arkadaşlarımız bu mutsuzluk hâlini benimsemiş durumda. Gençlikte hissedilen melankoli ve hüzün bir yaşın getirisi mi yoksa gençler için bir ilgi çek[1]me yöntemi olabilir mi?
Ursula Le Guin, “Ukalalarla züppelerin kışkırttığı kötü bir alışkanlığımız var bizim, mutluluğu aptalca bir şey gibi görüyoruz. Sadece acı entelektüel, sadece kötülük ilginç geliyor bize. Sanatçının ihaneti bu: Kötülüğün sıradan ve acının müthiş sıkıcı olabileceğini bir türlü kabul edememek. Oysa acıyı yüceltmek sevinci lanetlemektir, şiddeti kucaklamak bütün diğer şeyleri elden kaçırmaktır. Handiyse, hiçbir dayanağımız kalmadı; mutlu bir insanı betimleyemiyoruz artık, neşenin değerini bilmiyoruz.” diyordu. Hep söylüyoruz, “Melâli tanımayan nesle aşina değiliz.” ve evet elbette ki Allah, kalbi kırıklarla beraberdir. Ama melâl de hüzün de hatta keder de varlığa dair bir umut etme biçimidir. Nihilizm ise korkunç bir sonrasızlıktır. Depresyondaki insanlar, rasyonel melekelerine azami derecede işlev kazandırmış olsa da varlığın her zamandaki bu hazır ve nazırlığını ıskalarlar. “İman, sevgi ve umut bir zamanar sakin, hoşsohbet bir anlarında kendi doğalarının özünde elle tutulur bir güdü hissetmişler, birlikte çabalamışlar ve sevimli bir eser, daha üst manada bir Pandora yaratmışlar: Sabrı” diyordu Goethe. Umutsuzluk, elemperestlik asla yüceltilmesi gereken şeyler değil. Kendi geldiğinde hüznün ve acının başımızın üstünde yeri var, yatıya kaldıkları muvakkit bir zamanda sabırla ve iyi ağırlanmalıdırlar ama hanemizin daimi üyesi olmamasına dikkat etmeliyiz. Başkalarının ilgisini ve şefkatini, mutsuzluğu yaşam şekli hâline getirerek suistimal etmek, onları merhamet yorgunu kılıp kendinizden olabildiğince çabuk uzaklaştırmak için garantili bir yöntemdir. Kişinin mutsuzluk performansının, sevenlerinin canını yakmasına izin vermesi – belki bunu arzulaması- narsisizmdir ve zehirli bir kişiliğin belirtisidir. Ancak, derdini ne dostuna ne de düşmanına arz etmeyen, hüzünlü, mütebessim insanları da zoraki bir neşeye çekiştirmekten imtina etmeliyiz. Umulur ki sevinç de onları ziyaret edecektir.
Sanal dünya, bize mutluluk ve haz dolu bir hayatın propagandasını yapıyor. Fakat araştırmalar anksiyete ve depresyonun en yaygın olduğu dönemde olduğumuzu gösteriyor. Bu çelişki nereden doğuyor?
Sanal dünya, vaad ettikleriyle imrenmeyi, kıskançlığı, beklentiyi yükselten bir görüntüler istilası yaratıyor. Ancak insanlar, bu gözlerine sokulan yaşamları icra edebilecek imkânlardan yoksunlar, beklenti ve imkân arasındaki bu boşluk da bir hayal kırıklığı yaratıyor. Üstelik sadece bu kadarla da kalmıyor, bir şekilde bu imkânlara kavuşmuş olsalar dahi, maddi hazların kalıcılığı olmadığı için, elde edilmeleri ile beraber yitiriliyor yaşantılar ve nesneler. Deniz suyu insanı kandırmayacağı gibi maddi hazlar da arzuyu doyurmaktan fersah fersah uzakta. Başkalarının arzularını arzulamaya meyillidir insanlar, bu sebeple arzuları yaratan bir reklamcılık sektörüne stepne olarak sanal dünya yeni bir serap yaratıyor. İstediğimizin nesneler veya deneyimler olduğunu farz ediyoruz, oysa arzunun o belirsiz nesnesi her zaman başka bir şeydir. Aldous Huxley, “Biz artık portakal değil, dirim satın alıyoruz. Biz sadece araba değil, prestij satın alıyoruz.” demişti. Oysa dirim de itibar da nesnelerin ikame edemeyeceği kavramlar olmakla kalmaz, bizatihi kendilerinden menkul bir değerleri de yoktur. Yanlış nesneleri arzuladığımız gibi yanlış arzuları da arzuluyoruz. Kierkegaard’un “Tanrı benimle neyi kasdetmiş olabilir?” sorusu meşhurdur. Kendimize başka alanlarda da yöneltmemiz gereken bir soru bu; gerçekte, en sonunda ve en üst seviyede istediğimiz nedir? İnsanların sevgisi, özdeğer duygusu, saygınlık vs. Her ne ise onu elde etmenin çok daha etkin ve kalıcı yöntemlerini denemeliyiz mutlaka.
Günümüzde gençlik idealleri arasında “tek başına mutlu bir hayata sahip olmak”, “yalnız eve çıkmak”, “sırt çantasını alıp tek başına dünyayı dolaşmak” gibi şeyler geliyor. Bu durum yalnızca bizim çağımıza mı özel yoksa gençliğin ruhundan mı kaynaklanıyor?
Bunlar yaşını başını almış insanların da zaman zaman hayal ettiği şeyler. Ama Âşık Dertli’nin deyişiyle “Tek başıma olsam şâha gedâya kul olmam/ virân olası hânede evlâd ü ıyâl var.” Henüz başkalarına karşı sorumlulukların bu kadar kuvvetli bağlarla sizi zincirlemediği gençlik zamanlarında, imkân bulunursa tek başına veya gönül dostu arkadaşlarla bu tür uçuş denemeleri yapmakta kınanacak bir durum yok. Her başınız sıkıştığında aileden medet ummayacaksanız eğer bağımsızlaşmanın, sorumluluk almanın yani bir yetişkin olmanın provası olabilir. Ancak ömür elbette ki bu şekilde geçmeyecektir. Özgürlük ve serüven duygusu ne kadar kanımızda varsa kök salma ve güven duyma, güven sunma ihtiyacı da bir o kadar asli ihtiyaçlar. Çağımızda her iki grup haz da itidalden ve yükümlülükten yoksun deneyimlenebildiği için bir farklılık vardır belki. Aileler, ben neslini yetiştirirken onlara her türlü imkân ve güvenceyi sunup evlatlarının bağımsızlaşmasına ve sorumluluk almasına göz yumamadığı için insanı ruhen zenginleştirmeyen, olgunlaştırmayan göstermelik bir serüven ve özgürlük performansı olmaktan öteye geçemiyor bu hayaller.
Son olarak sizden aşağıda yer alan her soruya birer kelimelik cevaplar vermenizi rica ediyoruz.
En sevdiğiniz kitap? Sezai Karakoç’un Kıyamet Aşısı
En sevdiğiniz müzik türü? New Age
En sevdiğiniz sinema filmi? Derinlik Sarhoşluğu
En sevdiğiniz şehir? Amasya
Sizi en çok etkileyen ilim adamı/âlim? Gazali
Sizi düşünsel olarak geliştiren aktivite? Yürüyüş yapmak