İnsan, ruhunu dudaklarından akıtarak hangi toprağı öpmek isterse vatanı da orasıdır. Peki, vatansız kalmış bir ruh sığabilir mi bedenine? Kolay mıdır insanın yabancı kalması kendisine?
Vatanı yüce yapan nedir? Nereden gelir bir yandan yalan dünya dediğimiz bu gezegene diğer yandan fersah fersah sahip çıkmak?
Uğruna erlerin can verdiği, uğruna her dinden her ırktan erlerin, kadınların ve çocukların can verdiği vatanlar neden mühim şeylerdir? Çünkü insan aidiyettir. İnsan ilk günden beri bir aileye, bir fikre, bir toprağa ve yaratıcıya ait olmak ister. Bu aidiyet içten içe bizi güvende hissettirir. İnsan güven içinde yaşama arzusu taşıyan bir varlıktır. Bunun zıttı ise savaş mağduriyetine hapsolmuşluk duygusudur. Bu mağduriyet göçü getirir beraberinde; kolay ya da zor, mecburi veya isteyerek. Bu ayrılığın bir edebiyatı var; ismi Edebu’l Mehcer yani Göç edebiyatı.
NE ZAMAN ORTAYA ÇIKTI?
Yüz altmış iki yıl geriye gittiğimizde Edebu’l Mehcer, Kuzey ve Güney Amerika’ya göç eden çoğunluğu Hristiyan Araplardan oluşan edebiyatçılar tarafından ortaya çıkarılmıştır. 1860’lı yıllarda yaşanan bu göçün sebeplerini açıklamak için insanlığın bitmeyen sancılarına değineceğiz. 1800’lü yıllarda Ortadoğu olarak adlandırılan bölgeden ekonomik nedenlerle Amerika’ya göçler başladı. 1839 yılında Osmanlı’da kabul edilen Tanzimat’ın Lübnan topraklarında da kabul edilmesi beklenirken pek de öyle olmadı. Çünkü 1516 yılında Osmanlı toprağı olan Lübnan’da emirlik kimi zaman Marunilerde kimi zaman Dürzilerdeydi. Emirlik için asırlardır süren bu çatışma ve değişen dengeler vatandaşların hayatını kalıcı şekilde etkilemeye başladı. Üstelik Lübnan sahilleri boyunca uzanan kadim dağlar eskiden beri merkezî yönetimler için zor bir meseleydi. Fransa’dan destek alan Maruniler kendi devletlerini kurmak isterlerken İngiltere de Dürzilere el attı. Ruslar ise meseleye Ortodoksların hâmisi olarak dâhil oldular. Ne de olsa bu mesele Akdeniz havzası için mühimdi. Sene 1861 olduğunda ise bugün hâlâ Lübnan’ı kasıp kavuran kararlar bir nizamname olarak kabul gördü. Hristiyan bir mutasarrıfın başkanlığında daha otonom rejim içeren bu nizamname bugünkü Lübnan rejimine de esas teşkil etti. Bu savaşın kazananı Maruniler olarak görünse de aslında herkes bilir ki savaşlar bittiğinde kazanan yoktur. Çünkü her insan savaştan sonra insanlığından bir parça kaybeder. Bu yaşananlardan sonra başta Lübnan olmak üze[1]re Suriye, Filistin ve Ürdün’den Amerika’ya göç, giderek arttı. Göç edebiyatı Arap göçmenlerin yaşanılan güçlüklere ve mevcut zorluklara rağmen gittikleri ülkelerde elde ettikleri başarılar ve getirdikleri yeniliklerden biri oldu. Gittikleri yerlerde edebî mahfiller oluşturmaya başlayan göçmen edebiyatçılar bu şekilde etkileşim sağlamayı başardılar. Ülkelerinden oldukça uzakta ama yine de kendilerine has olanı bırakmadan yaşamanın mücadelesi olumlu sonuç verdi o yıllarda.
DERGİ, GAZETE, DERNEK FAALİYETLERİ
Göçmenler, dergilerin yanı sıra gazeteler de çıkartmışlardır. Sayıları 250’ye varan bu yayınlar başlangıçta birçok edebî şahsiyeti bir araya getirmiş ve sonrasında da edebî cemiyetlerin kurulmasına zemin hazırlamıştır. Bu cemiyetler arasında bir ilki gerçekleştiren Rivaku’l Maarri Derneği 1900 yılında Lübnanlı bazı gençler tarafından Brezilya’nın Sao Paulo kentinde kuruldu. Söz gelimi “Yeni Dünya”da çıkan ilk şiir kitabı olarak kabul edilen Kayser Ma’luf’un Tezkaru’l Muhacir adlı divanını yayımladılar. (1905) Derneğin önderliğini yapan Naum Lebeki’nin Meşrutiyet’ten sonra Lübnan’a geri dönüşü ile derneğin faaliyetleri azalarak sona erdi. 1920 yılında ise Mehcer edebiyatı fikriyatında büyük rol oynayan isimlerden Halil Cibran önderliğinde Lübnanlı ve Suriyeli gençler ile Mihail Nuayme, İliyya Ebu Madi, Nesib Arîza, Reşid Eyyüb gibi kişilerin bir araya gelmesiyle Kuzey Amerika’da er-Rabıtatu’l Kalemiyye adlı bir dernek kuruldu. Amaçlarını; Arap Dili ve Edebiyatına canlılık kazandırmak, edebî ürünlerini bir araya getirmek, klasik edebiyatla bağları koparmak ve toplumsal özgürlük için çalışmak olarak tanımlayan bu derneğin resmi yayını Abdülmesih el-Haddad’ın çıkardığı esSa’ih adlı dergiydi.
MEHCER EDEBİYATINDA FİKİR VE ÜSLUP
Halil Cibran’ın eserlerinde Batı’yı, bir nevi doğulaştırmak gayreti içinde yazdığı görülmüştür. Genel anlamda Mehcer edebiyatının ruhu, yaşanan göçün insanın hâleti ruhiyesinde oluşturduğu özlem, özgürlük gibi duyguların aktarımıyla doludur. Bu kavramlar dışında doğa sevgisi ve mistisizm de genişçe yer bulur.
Halil Cibran dışında Mehcer edebiyatının fikir hayatında büyük rol oynadığı kabul edilen diğer iki isim Mihail Nuayme ve Emin er-Reyhanî’dir. Mihail Nuayme, şiiri karanlık üzerinde hâkimiyet kurmuş bir aydınlık krallığı olarak görmüştür. Vezin ve kafiyeyi şiirin gereklerinden görmeyen bir tavır takınmıştır. Şiiri kendi silahı olarak kullanmıştır.
Emin er-Reyhanî ve Halil Cibran şiir dışında hikâye ve romanlarında fikir ve üslup açısından paralellik göstermişlerdir. Her iki yazarda din adamlarına karşı bir tavır içindedirler. Emin er-Reyhanî ayrıca Arap edebiyatında ilk mensur şiiri yazan şair olma özelliğini de taşır. Er-Rabıtatu’l Kalemiyye’ye mensup şairlerin çoğu aynı zamanda nesir yazarıydılar. Zihinlerinde kendi mücadelelerine dair gereken ne varsa farklı tarzlarda aynı amaca hizmet gayesiyle hepsini yapmaya çalışmışlardır. Nesirlerinde de özgün, duygulu, tasvirci bir üslup kullanmışlardır. Genel anlamda romantizm akımının etkisiyle kalem tutmuşlardır. Şiirlerinde ise sembolizm zirveye ulaşmıştır. Güney Amerika’da ise Güney Mehcer kolu olarak görülen el-Usbetu’l Endelüsiyye kurulmuştur. Dernek mensuplarının düşünceleri bir önceki dernekle aynı olmasına rağmen eski ve yeni edebiyat konusunda farklı bir yaklaşım sergileyerek hem şiire yenilik kazandırmayı amaçlamışlardır hem de mâzi ile bağları koparmamak konusunda titiz davranmışlardır. Güney Mehcer grubu şair ve yazarları, uzak yerlerden Endülüs’e gelip burada büyük bir devlet kuran ve şiirde yenilikler yapmış Endülüs Arapları ile aralarında bir benzerlik hissediyorlardı. Gurbette kendi olmak o insanlarda nasıl bir duygu durumu nüksettirdiyse aynısını yaşadıklarına dair düşüncelerle kadim Endülüs’ü taklit eden bir hareket sergilemişlerdir.
Bir bakıma Göç edebiyatı, vatanlarını terk eden edebiyatçıların tüm göçmeler adına yazdıklarıdır. Öte yandan inceledikleri kavramları felsefî anlamda da yorumlamış ve eserlerinde kavram betimlemelerine çokça yer vermişlerdir. Kendi yaşadıkları ayrılık ve zorluklardan yola çıkarak ayrılık, benlik, var olma, yaratıcı ve kul kavramlarını konu edinmişlerdir. Bu edebiyatçılar arasında ruh göçüne (reenkarnasyon) kendi tarzıyla inananlar bulunurken çoğu da Hristiyanlığa mensuptur. Doğu felsefecisi olarak gördükleri filozofların ve İslâm düşüncesinin etkisi de tabi ki eserlerinde görülür. Nuayme Tanrı’ya Dönüş Azığı adlı eserinde varlık konusunda tespitler ve betimlemeler yapmıştır.
Buradan hareketle eserdeki romantizmin altında yatan duygunun insanın insana olan hayran[1]lığı, yalınlığı, âlemi anlamak için insanı anlamak gerekliliği gibi bir öz arayışı olduğunu görüyoruz. Cibran’ın “Fırtınalar” kitabındaki “Biz ve Siz” adlı yazısındaki şu cümle Mehcer edebiyatını doğuran sancıları özetler niteliktedir: “Biz ağlıyoruz çünkü ruhlarımız bedenlerimizle birlikte Allah’tan ayrılmıştır.” Bu sancılar Mehcer edebiyatına hizmet vermiş birçok şahsiyet tarafından Amerika dışında Brezilya, Arjantin, Meksika, Venezuella, Ekvator, Şili, Bolivya, Uruguay, Küba ve Kolombiya’da görülmüştür. Bazıları Doğu’nun değerlerini Batı’nın gözleriyle ifade etmeye önem vermiştir.
Mehcer şairleri ve yazarları insan psikolojisini çok iyi tahlil ve tasvir etmiş, şüphe ile hareket etme prensibini benimsemişlerdir. Onları Ortadoğu Arap edebiyatından ayıran en önemli özelliklerden biri hayatın ve toplumun çeşitli yönlerini derin bir incelikle tasvir ve tahlil etmeleridir. Arap Mehcer edebiyatı genel bağlamda Arap edebiyatının gelişmesi, zenginleşmesi ve modern dünya edebiyatları arasında yer alması bakımından itici bir güç olarak görülmüştür. Bu edebiyat Arap edebiyatından ayrı bir oluşum değil onun bir parçasıdır. İnsanlığa, özelde de Ortadoğu insanına bir mesaj ulaştırma gayesindedir.