(İslâmın Nuru, Sayı 15, Temmuz 1952, Ord. Prof. Ali Fuat Başgil)
Mefhumları tespit ile başlayalım: Din, kısaca, gayba imandır. Yani içinde yaşadığımız maddî ve mahsus âlemin dışında birtakım hakikatlerin var olduğunu kabul etmek ve içten bir bağlanışla bu hakikatlere inanıp bağlanmaktır. En basit manası ve dıştan görünüşüyle din, bu imandır.
İlme gelince eskiden bu kelime geniş manada kullanılmakta ve bundan sistem hâline gelmiş herhangi bir bilgi külliyesi anlaşılmakta idi. İlmin avam dilindeki manası hâlâ budur. Fakat Garp dünyasında, eski tefekkür ve temaşa hayatının yerini laboratuvar çalışmaları aldıkça ilmin manası ve sahası hayli daralmıştır. Bugün ilim deyince bundan herhangi bilgi değil, fakat sırf müşahede, mukayese ve tecrübe ile elde edilerek sistemleştirilmiş bilgi kastedilmektedir. Bu mana değişmesiyle beraber ilimle dinin birbirine karşı olan vaziyetleri de değişmiş, hayat ve cemiyetin bu iki kanadı ve rehberi arasında bugün çok çetin hatta haşin bir mücadele başlamıştır. Hayır, ifadeyi düzeltelim: Mücadele, hakikatte, ilimcilerle1 dinciler arasındadır; yoksa ilim ile din arasında değildir, olamaz. Çünkü kudret eli kâinatın bütün varlıklarını hep eş yaratmıştır. Bu bir kanundur ki âlemde tek başına var olan Allah’tan başka hiçbir varlık yoktur. İlim de bir varlık olduğuna göre bu kanunun dışında kalamaz. Binaenaleyh o da tek değil, eştir ve ilmin eşi dindir. İlim ve din birbirine muhtaç ve birbirini tamamlayan iki arkadaştır. Ve her biri karşılıklı bir yardımlaşma ile insan varlığını vücuda getiren iki unsurdan birini karşılamaktadır: İlim insan mevcudunun maddesini ve cismini, din ise manasını ve ruhunu temsil ve tatmin eder. İş böyle olunca ilim ile din arasında bir mücadele tasavvur etmek ne ilimden ne de dinden hakkıyla bir şey anlamamış olmak demektir.
Bununla beraber ilimcilere sorarsanız, “Modern ilmin nazarında dinin yeri yoktur. Din tarihin muayyen bir devrinin hayat ve cemiyet ihtiyacına cevap vermişti, o devir çoktan geçti ve o ihtiyaç çoktan mazi oldu. Her gün biraz daha ilerleyen ilmin meşalesi önünde din, gittikçe zayıflayıp sönmeğe mahkûmdur. Çünkü din, vaktiyle karanlıklarda yürüyen yabancı bir yolcunun etrafını yoklamak ve yolunu bulmak için taşıdığı bir değneğin hizmetini görmüştü, fakat zamanımızda ha yatın karanlık yolları ilmin nuruyla aydınlandıkça yolcumuz artık yabancılamayacak ve düşmekten korkarak değnek taşımaya lüzum hissetmeyecektir. Tabiat hadise ve kuvvetlerinin esrarı ilmin laboratuvarlarında bir bir çözüldükçe bu esrarın kâh korkusundan kâh hayranlığından doğmuş olan din, ister istemez mazi olacak ve eskiler müzesine sığınacaktır.” derler.
Bilakis ilim ilerledikçe beşerin marifet hudutları genişleyip bilgi hazinesi zenginleştikçe dinlerin ilan ettiği hakikatler daha iyi anlaşılacak, ilmin nuru altında bu hakikatler sönmek şöyle dursun daha iyi aydınlanacaktır. Din ne korkudan veya hayranlıktan doğan patalojik bir histir ne de muayyen bir tarihî devrin ihtiyacıdır. Bilakis menşeini insan mahlûkunun manevî oluşunda bulan bir yaratılıştır. Ve dine olan ihtiyaç ilme olan ihtiyaç kadar hayati ve daimidir. Din ve maneviyat, devrini yaşamış olmak şöyle dursun bugün yirminci asrın ortasında her zamandan daha canlı ve kuvvetlidir. Çünkü bugün din ve maneviyata karşı duyulan aşk ve ihtiyaç daha şuurla ve daha zaruridir. Bunun da sebebi, insanlığın bugünkü kadar tarihte buhran geçirmemiş ve ıstırap çekmemiş olmasıdır. Eski devirlerde buhranlar ıstıraplar kısmı kalmıştır. Bugünküler ise umumi ve cihanşümuldür. Bugün memleketler, köylere varıncaya kadar elektrik ziyaları altında pırıl pırıl yanmakla beraber insanlık, hiçbir devirde bugünkü kadar karanlıklar içinde kalıp yol şaşırmamıştır. Fakat bugünün mustarip insanlığı çektiği ıstırabın hakikatte, kaybettiği imanın boş kalan yerinden geldiğini hissetmekte ve bu yeri doldurmak için maneviyata sarılmaktan başka çare olmadığını sezmektedir. Gerçi, hayatta hakikî mürşit ilimdir diye öteden beri söylene gelen bir söz vardır. Fakat bu söz doğrudur denilemez. İlim, yalnız başına ve sırf ilim olarak, insan için asla hakikî mürşit olamaz. Bilakis tecrübelerle sabittir ki çok kere yol şaşırtır, haksızlığa ve zulme âlet olur. Çünkü ilmin mevzuu madde, gayesi de mad[1]denin hâdise ve kanunlarını bilmektir. Hâlbuki insan maddeden, yiyip içip eğlenmekten ibaret değildir. İnsan hem de ruh ve manadır. Hayat aynı zamanda aşktır, iyiliktir, ahlâk ve adalettir. İlim ise insan benliğinin bu yüksek temayüllerine ve manevî tecellilerine karşı yabancı ve bigânedir. Âlim, ahlâken bîtaraftır ve bize muayyen bir hareket tarzı emretmez; bilakis müsavi derecede hem iyiliğe hem de kötülüğe yarar. Bir tabanca, kudurmuş bir hayvandan korunmağa yaradığı gibi bir masumu öldürmeğe de âlet olur. Tabancanın istimal hedefini ilim değil, onu kullanan kimsenin ahlâk ve maneviyat şuuru tayin eder. Gerçi, hakikî ve yüksek ilim, çok kere sahibine kifayet eden bir ışıktır. Fakat dikkat olunsun ki bu dereceye yükselen ilim, esasen dinden başka bir şey değildir. Hakikî ilim ile hakikî din arasındaki fark, ruh ile cisim arasındaki fark gibi sırf bir nokta-i nazar farkıdır. Hülasa modern manasıyla ilim, hayat ve cemiyette, faydalı ve hakikî bir mürşit olabilmek için din ve maneviyat ile birleşmeğe ve bu sayede insan ruhunun yüksek temayül ve tecellilerine cevap vermek üzere ahlâkileşmeye muhtaçtır. Maneviyatız ilim, mürşit olmak şöyle dursun şeytanî bir rehberdir.
İki asırdan beri yol şaşıran medenî dünya, maneviyatı ret ve inkâr etmek için ilme güvendi ve bir namütenahi terakki inâncına bel bağladı. Düşünmedi ki mahdut ve mütemadi bir yeryüzünde namütenahi terakki bir hayalden ibarettir. Dünya küremiz gibi terakki ve mebde ve münteha uçları er geç aynî bir noktada birleşmeğe mahkûm bir fasit dairedir. Yine düşünmedi ki terakki yani basit ve fakir bir hayattan mürekkep ve zengin bir hayata çıkış, insanlığa hakikaten bahtiyarlık ve saadet getirebilmek için yalnız maddî ve mekanik değil, hem de manevî ve ahlâkî olmak lâzımdır. Hâlbuki bu bakımdan modern medeniyet, firavunlar devrinden bile geridir. Bitmez tükenmez buhran ve ıstırapların başlıca sebebi de budur. Devrimizde teknik ve mekanik terakkiler alıp yürümüştür; fakat buna mukabil, maneviyat ve ruh terbiyesi fevkalade kısırlaşmıştır. Bu durumu ile bugünkü medeniyet, tıpkı bacaklarından biri alabildiğine uzamış, diğeri ise kısa kalmış topal bir yolcuya benzemiştir. Bu geriliği ve bu topallığı gidermek için tek çare hatadan dönmek; hayatta manevî kıymet ve hakikatlere layık oldukları yeri esirgemeden vermektir. Fakat insanlık, geçte olsa uyanacak ve bu noktaya gelecektir. Terakkinin hayırlı ve faydalı olması için insanın maddî ve manevî, ruhî ve bedenî iki varlığın at başı gitmesi muvazi şekilde ilerlemesi gerektiğini dünyamız nihayet anlayacaktır ve bu hususta erken uyanan milletler kazanacak, kalanlar hüsrana uğrayacaklardır.
Terakki bahsinde sadece maddiyata bağlanmak, servet ve refahı hayat için yegâne gaye almak hatasına düşen muasır medeniyet, bu hatasını insanlığa kanıyla ve çektiği sefalet ve ıstırapla ödetmiştir. Güvendiğimiz ilim bize, bildirebildiği kadar sadece maddeyi ve mahsusu bildirir ve hayatımıza pratik kolaylıklar temin eder. Fakat maddenin ötesinde ve mahsusun fevkinde birtakım üstün hakikatler var ki bunları bize ilim değil ancak din ve maneviyat öğretir. Bu hakikatleri öğrenmek ve bunlara bağlanmak dikkat edelim ki insan için hayatî bir ehemmiyettedir. Çünkü ilmin temin ettiği maddî imkânlar ve pratik kolaylıklar içinde bile insan, ancak maneviyatının kuvveti ve ruhunun disiplini sayesinde bahtiyar ve mesut yaşayabilir.
Hülasa okuyucum, insanlığın faydası ve selameti ilim ile dini, maddiyat ile maneviyatı ayırmakta ve berikini inkâr ederek ilme ve maddeye tapmaktan değildir. Bilakis tıpkı ruhla cisim gibi ilimle din ve madde ile manayı birleştirmekte; ilimden maddenin, dinden de ruh ve mananın esrarını öğrenmektedir.
1 İlimci tabirini scientiste (bilim adamı) mukabili kullanıyor ve bundan ilim bezirganlarını kastediyorum