Pazar, Mayıs 18, 2025

İdrı̇s-i Bı̇tlı̇sî’ye Yürürken

Hatice Kübra Ergür

Paylaş

Mis kokulu kahve veya tavşan kanı bir çay eşliğinde Haliç’i ve eşsiz İstanbul panoramasını seyredebileceğimiz, adı lügatımıza yabancı fakat telaffuzu dillerimize gençlik lisanıyla havalı gelen Pierre Loti tepesi hakkında biraz konuşmak istiyorum.

Tepe, bugünkü ismini bir zamanlar kendisini çok sık ziyaret eden Fransız bir yazardan alıyor. Bu tepeye her çıktığımda “Acaba şu an daha önce kimlerin adım attığı yerlerde yürüyorum?” diye düşünürüm. Aslında bu düşünceye sur içinde gezdiğim çoğu yerde kapıldığım doğrudur. Siz de böyle misiniz?

KIRMIZI PÖTİKARE ÖRTÜLER

Dergimizin ilk sayısında İstanbul’u gözlerimiz kapalı dinleyebileceğimiz yerlerden biri olan bu tepeyi konuşmak bana heyecan veriyor. Tepeyi son ziyaretimde İstanbul’u solurken içimden bu sefer tepenin, kırmızı pötikare örtülü masalarından geçip gitmiş olmamak isteği uyandı.

Tepeye her çıkışımda, vakit namazını Eyüp Sultan Camii’nde eda etmiş olurum. Bu ziyaretimde de böyle oldu. Efendimizi Medine’de misafir eden mübarek sahabi Halid bin Zeyd’e dua ettikten sonra tepedeki soluklanmamın öncekilerden daha uzun olması nedeniyle bir sonraki vakit namazı gelmiş bulundu. Kadim zamanı anımsatmakla birlikte restorasyonlar sonucu yarı modern hâle gelen yapılar arasından günümüzde mescid olarak faaliyette olan kesme taştan inşa edilmiş yapıya ulaştım. Kalp ile birlikte anıldığında büyük bir soğukluğu anlatan taş, mimariyle buluştuğunda nasıl oluyor da ruhta bir aitlik hissi uyandırıyor? Mescidin ahşap kapısında beni bir küçük levha karşıladı: “İdris-i Bitlisî Sıbyan Mektebi” ve artık öğrenmiş oldum ki yıllardır bir sebeple çay içip kısa sürede ayrıldığım bu tepe sadece aklımızı karıştıran Fransız bir yazarın uğradığı bir tepe değilmiş. Elbette ki öyle değildi… Fakat ben öğrenmekte belli ki biraz gecikmişim.

Mektep, İdris Köşkü Caddesi üzerinde, Nakilbend Hasan Ağa Türbesi’nin biraz ilerisinde ve kitabesiz çeşmenin yakınında buluyor. Pierre Loti kahvesinin arkasında konumlanan cadde hâlâ İdris Köşkü Caddesi ismini taşıyor. Cadde sonunda bir çeşme, gözümüze tarih dolduran ahşap binalar ve mevzubahis Zeynep Hatun-İdris-i Bitlisî Sıbyan Mektebi bizleri karşılıyor. Şimdilerde mescid olan mektep, Fatih Sultan Mehmet Han zamanında yetim çocuklarının, yetim bulunamazsa fakir çocuklarının topluma kazandırılmaları amacıyla hizmet veriyormuş. Velhasıl mektep vesilesiyle Osmanlı’ya yirmi yıldan fazla süre hizmet eden kıymetli bir tarihçiyle tanışmış oldum.

PEKİ, KİMDİR İDRİS-İ BİTLİSÎ?

Evliya Çelebi aslında yıllar önce, şimdilerde malum adı Pierre Loti olan tepenin adının “İdris Tepesi” olduğunu tarihe not düşüyor.1 Nitekim İdris-i Bitlisî, eşi Zeynep Hatun ile birlikte Eyüp’teki bu tepeyi Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim’in desteğiyle hayır eserleriyle donatmış bir isim.

İdris-i Bitlisî, Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlı siyasetinde aktif bir rol üstlenmiştir. Yavuz Sultan Selim ile beraber Şah İsmail’e karşı Çaldıran Savaşı’na katılmış, hatta savaştan sonra Tebriz’de bir süre daha kalarak halkı Osmanlı yönetimine bağlamaya çalışmıştır. Savaş sonrası Yavuz Sultan Selim, Bitlisli İdris’i, Osmanlı’nın en büyük rütbesi olan Kazaskerlik rütbesi ile taltif etmiştir. Bununla Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun yönetimi İdris-i Bitlisî’ye verilmiştir. Yaklaşık 70 yıllık bereketli ömründe kılıcıyla cihat ettiği gibi 28 eser bırakarak kalemiyle de hizmet etmiştir. Tarihçi İdris-i Bitlisî, eşi Zeynep Hatun ile birlikte İdris-i Bitlisî Tepesinde medfundur.

İsim ihtilafına girmişken bazı kaynaklarda tepenin “Karyağdı (Ali Baba) Tepesi” olarak anıldığını da parantez içi niteliğinde ilave etmiş olayım.

GÜNÜMÜZDEN SEYİR

Kesme taşlı dış mimarisi, taş ve ahşap karışımlı iç mimarisiyle mescidin rayihası beni tarihte minik bir gezintiye götürdü. Haydi, şimdi günümüz hâliyle İdris-i Bitlisî Tepesi’ne yolculuğa yeniden çıkalım.

Bir zamanlar tepeye Galata Köprüsü’nün yanından bir vapur yolculuğu ile yahut eski Haliç yolları yürünerek kara üzerinden ulaşım sağlanabiliyordu. Şimdilerde bu muazzam tepeye nenelerimizin diliyle yayan yahut teleferik, teleferikte beklenmesi tahammül zorlayan bir sıra varsa minibüslerle ulaşım sağlayabiliyoruz.

Tepeye çıkan yollar, mezarlar arasında bizleri selamlayan levent akça ağaçlar ve gür yapraklı çınarlarla bezeli. Teleferikle yapılan kuş bakışı, ağaçlardan yüksek yolculuk bizi kahvenin kırmızı örtülü masalarına ulaştırıyor. Çoğumuz için bir yaz günü buraya gelmek öncelikli olsa da ben hafif yağmurlu bir sonbahar yahut kış gününde burada olmayı yeğlerim. Çünkü böyle günlerde tepe her zamankinden boş ve sakin oluyor. Hele de şimdiki ismiyle Pierre Loti kahvesi, aslî ismiyle Rabia Hatun kahvesinin merdivenlerinden çıkıp yolun sonundaki beyaz hamamdan ilerleyince varılan tarihi kahvede oturmayı tercih ettiyseniz, kendinizi İstanbul’un içinde fakat İstanbul’un tüm karmaşasından uzak bir sakinlikte bulmanız mümkün. Mekânın közde kahvesi adının hakkını verecek bir lezzette.

Kahvemizi alıp arkamıza yaslandığımıza göre yüzümüzü Haliç’e doğru bir çevirelim. Tepeden aşağı bakınca Haliç’in suyunda gördüğümüz adacıkların adını duydunuz mu? Osmanlı döneminde bu adalara “Bahariye Adaları” adı verilmiş. Lale devrinde Haliç semtinin adacıklara bakan kısımları devletin ileri gelen görevlileri tarafından sayfiye mekânları olarak kullanılmış. İstanbul’u anlatan bazı eski yazılarda bu adacıklar etrafında yapılan kayık gezintilerin revaçta olduğundan bahsedilir. Yıllar önce belediyenin adalara tavşan bırakması nedeniyle bu adacıklar bugün, halk arasında “Tavşan Adası” olarak bilinir.

Tepenin tarihiyle tanıştığım o günün sonundaki dönüşümü yine her zamanki gibi mezarlık arasındaki yoldan usul adım yürüyerek sürdürdüm. Hafif dik yokuşta, solda Haliç mavisini, akça ağaçları ve mezarları görmek beni her defasında tefekkürün oldukça farklı bir boyutuna götürüyor. Aynı zamanda yol boyu kenar duvarlara asılmış, kıymetli sözler de bu yolculuğa bereket katıyor. Türkçenin yanında İngilizce olarak da hazırlanmış bu küçük tablolar turistler için de istifade imkânı sunuyor. Tesirin nerede saklı olduğu bilinmez değil mi? İdris-i Bitlisî Tepesi’nde muazzam İstanbul manzarasıyla birlikte tefekkür dört bir yanımızı sarmışken zihin tazelemek adına bu sözleri okumak güzel olacaktır.

Eyüp Sultan Mezarlığı tepelere kurulu olduğundan bazı kabirlere ulaşmak için yokuş çıkmak, merdivenleri tırmanmak gerekebiliyor. Bir merdiven tırmanışı bizi, Üstat Necip Fazıl’a, bir yokuş Ömer Nasuhi Bilmen’e, Zübeyr Gündüzalp’e, Esad Coşan’a… İsimleri ve ömürleri bize ışık olan muhterem insanlara ulaştırıyor. Ve nihayetinde yeniden, başladığı güzel nokta olan Eyüp Sultan Camii meydanına varan yolculuğum, kulağımda az önce kabrini ziyaret ettiğim Üstat Necip Fazıl’ın “Mezar” şiiri ile nihayete eriyor:

“Kapıya ne icra memuru gelir,

Ne Birinci Şube sivil polisi…

İçerde kimine kuş tüyü sedir;

Yüz üstü toprağa düşer kimisi…

Bir musikî orda zaman ve mekân…

Yıldız dolu feza küçük camekân…

İmkân atomunu çatlatan imkân…

Bir hiç ki, içinde heplerin hepsi…”

1 http://www.pierrelotitepesi.com/hakkimizda.asp

İlginizi Çekebilir

İlginizi Çekebilir