Oyuncak sektörünün eskimeyen, modası hiç geçmeyen ürünü Legolardır. Her dönem ve zamanda çocukların dikkatini çeker. Özellikle anneler, çocuk daha uzun süre vakit geçirebildiği için bu oyuncağı tercih ederler. Çünkü Legolar ile oynarken tek düze bir yol izleme zorunluluğu ortadan kalkar, çocuk her defasında yeni bir içerik ortaya koyabilir en önemlisi de kendinden bir şeyler katabilir. Anaokullarında çok sayıda Lego çocuklara bölüştürüldükten sonra farklı farklı oyunların ve şekillerin ortaya çıktığını görürsünüz. Bu durumu şu şekilde ifade edebiliriz:
Çocuklar zihinlerini yetişkinlerin kalem kâğıt alıp yazıya döktüğü gibi oyuna dökerler. Pedagogların ‘Oyun oynamak sadece oyun değil, çocukların ruhsal durumunu izleyebilmenizi sağlayan bir araçtır.’ şeklinde ifade ettikleri durumu kastediyorum. Şaşırtıcı olan henüz hayata yeni katılmış, birkaç yıl zaman geçirmiş bu çocukların bu denli farklı ve özgün içerikler ortaya koymasıdır. Ayrıca oyun aracılığı ile çocuğun öncelikle anne-babasıyla genel olarak dünya ile muhataplığının rengini görmek harika bir şey. Her berrak suya farklı bir renk mürekkep damlıyor ve suyun rengine zamanla farklı renkler katılıyor. Önceleri Legoların dünyasında farklılığını ortaya koyan bu çocuklar, zamanın ilerlemesiyle beraber aynı gökyüzü altında renk renk ve çeşit çeşit zihin yapıları ile yaşamaya ve her ân yeni bir şekil ve rengi daha ruh dünyalarına eklemeye devam ediyorlar.
YETİŞKİNLERİN LEGOSU
Biz yetişkinlere gelince Legolardan ayrılalı çok oldu; ancak görünmeyen Legoların dünyasında yaşamaya devam ediyoruz. Fiziki boyutta kurulu düzenlerimiz, kişisel tercih adını verdiğimiz motiflerle süslü hayatlarımız var. Temel ihtiyaçlardan özel isteklere kadar sonsuz olasılıkta tasarımlar yapabiliyoruz. O denli çeşitlilikle hayata katılıyoruz ki aramızda kan bağı olanların hatta aynı annenin karnından dünyaya gelen kardeşlerin bile benzer ya da aynı hayat tarzına sahip olma şartı yok.
Fiziki boyutun yanı sıra ruhsal ve fikri boyutta da tek düze bir çerçevenin içine sığmamamız mümkün değil. Aynı dünya ovasına farklı pencerelerden bakma, anlama ve algılama imkânı muazzam bir güzellik. Kısacası coğrafi haritaların tekdüzeliğinin zıttına, farklı renklerin karışımlarını içeren sahip sosyal haritalarımız ile yaşamayı seviyoruz. Doğal olarak bu çeşitliliğin kolektif bir yansıması da gerçekleşiyor. Kırkyama gibi bir toplumsal yapı oluşturuyor ve hepimiz bir parçanın içinde yer alıyoruz. Ancak bireysel boyutta farklılıklarımız artmasının aksine etkileşim sonucu toplumsal belleğimiz ifade edilebilir, incelenebilir, tanımlanıp kavramsallaştırılabilir bir ortak zemine yerleşiyor. Bu yansımanın bir sonucu olarak ise yalnızca sosyologlar değil içinde yaşayan insanlar olarak da bizler de toplumumuz şöyle, insanlarımız böyle diye cümleler kurabiliyor ve farklı tanımlamalar yapabiliyoruz.
Zaman ve mekâna göre değişiklik gösteren bu toplumsal yapı incelemeleri ise farklı ideolojilerin ışığı altında olumlu ya da olumsuz eleştiriler olarak ortaya çıkabiliyor. Dolayısıyla farklı ideolojiler demek farklı kavramların çerçevesinde toplumu incelemek, ölçüp tartmak ve bir değerlendirme yapmaktır. Günümüzde ise sayısız ideolojinin süzgecinden geçen bir toplum anlayışı olmakla beraber birtakım baskın düşünce kalıpları ile daha çok muhatap oluyoruz. Dilimize pelesenk olduğu için okuma ya da görmeye dayanamadığımız bir kelime olan kapitalizmin ise inkâr edilemez bir etkisi söz konusu. Toplumu piramitsel bir yapıda düşündüğümüzde bu piramidi yükselten kavramların hamurunu kapitalist bir teknede yoğurduktan sonra tıpkı bir Lego gibi diğer kavramın yanına ekliyoruz. Hem yapı hem etkileşim sonucu en tepeye çıkıp geriye baktığımızda bir toplumda aynı ruhu taşıyan farklı şekilleri görüyoruz. Bu durumu daha somut örneklerle anlatmak gerekirse psikolojiden sağlığa, giyimden inanca ve eğitime kadar harcama odaklı bir yapının içinde varlığımızı korumaya çalışıyoruz. Zincirleme bir şekilde her harcamanın diğer bir harcamaya yöneldiği kısır bir döngüden çıkamıyoruz.
Tek bir ideolojinin etkisinde kalmak bile sürekli azaltıcı bir etki oluştururken bu maruziyet kapitalizm ile sınırlı kalmıyor. Onu diğer baskın ideolojiler olan pozitivizm ve ben merkezcilik destekliyor. Birinin ıskaladığı noktada diğeri etkisini gösteriyor ya da beraber boy gösteriyorlar. Düşünün ki sadece dünya ve maddeden ibaret olan bir pozitivist yaklaşımın içerisindesiniz bu durum da sizin için diğerkâmlık ya da ahiret düşüncesi hiçbir şey ifade etmeyecek bununla bağlantılı olarak ben merkezciliği odak noktası yapacaksınız ve kendinizi tatmin yolunda harcamadan ve sadece kendiniz için harcamaktan kaçınmayacaksınız. Üçlü bir ideolojik çemberin içinde sürüp giden hayatlar cümbüşü de diyebiliriz. Bu koşullar altında insanın ruhsuz yığınlar topluluğuna dönüşmesi kaçınılmazdır. Maneviyat beslenmediği, ruhun bakımsız kaldığı yalnızca madde için ter dökülen bir kabusun içinde kişisel farklılıkların, yaşam renkliliğinin kattığı anlamdan da uzak kalmak mecburiyetindeyiz. Bu durumda yapmamız gereken tek bir şey var: Kavramlarımızın içini kendi inanç ve medeniyetimizin ruhuyla doldurmak ve bu kavramların içerisini usta bir hırsızlıkla boşaltan ve çürüten ideolojilere karşı uyanık ve bilgili olmak. Aksi takdirde kendimizi Rabbimiz tarafından verilen bedeni sağlık, zihni eğitim, kalbi inanç uğruna harcarken bulabiliriz.