Yücelik ve azametin temsilcisi olan gökler, insanlık tarihi boyunca ulviliğin ve yüksek mertebenin karşılığı olarak addedilmiştir. Kuşku yok ki sosyal bir olgu olarak dinler ve onun etrafında şekillenen inançlar, insan hayatının vazgeçilmezleri arasında yer alarak her zaman canlılığını korumaktadır.
Gökyüzüyle olan münasebeti varoluşu kadar eski olan beşeriyet, yaşamsal faaliyetleri boyunca aşkın bir varlığa sığınma ihtiyacı hissetmiş, bu ihtiyaç neticesinde insanüstü bir yaratıcı olması gerektiği anlayışını benimsemiş ve varlığı zamanla yahut mekânla kayıtlı olmayan İlâh mefhumunu öncelikle göklerde aramaya girişmiştir. Nitekim bu durumu, putperestlik aldanmacasına yüz çevirerek hakikat peşinde bir arayışla sorgulama gerçekleştiren Allah’a ulaşma yolunda güneşe, aya, yıldızlara ve gökyüzüne ilahlık atfedebilme ihtimalini değerlendiren İbrahim peygamberde de gözlemlemek mümkündür. Öyleyse gökyüzü bizim neyimiz olur?
KUR’AN-I MÜBÎN’DE GÖK MEFHUMU
Gökyüzü, gelişen teknolojiye rağmen sırlarını henüz tam manasıyla aşikâr etmemiş âdeta gizemli bir varlıktır. Ancak Kur’an-Kerim’de göklerin mevcudiyeti, keyfiyeti, yaratılış biçimi, ulviliği vb. konular hakkında tafsilatlıca ayetler bulunmakta; “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı? Onu nasıl bina ettik, nasıl donattık! Onda hiçbir düzensizlik ve eksiklik yoktur.”2 gibi uyarılarla göğe bakmaya ve buradaki işleyişin sağlamlığını idrak etme gayretinde bulunmaya teşvik edici hitaplar yer almaktadır. Azîm olan Allah gökyüzüne dair ifadeleri bizzat kendine izafe ederek; “O öyle bir Hâlık-i Kerîm’dir ki yeryüzünde ne var ise hepsini sizin için yarattı. Sonra da semaya teveccüh edip onları yedi sema olarak tasfiye buyurdu, O her şeyi bihakkın bilicidir.”3 buyurmaktadır. Bir diğer Ayet-i Kerimede ise bu söylem şöyle geçmektedir; “Allah, gökleri gördüğünüz herhangi bir direk olmadan yükselten sonra Arş’a kurulan güneşi ve ayı buyruğu altına alandır. Bunların hepsi belli bir zamana kadar akıp gitmektedir. O, her işi (Hakkıyla) düzenler, yürütür, ayetleri ayrı ayrı açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız.”4
Varlığı, mahlûkattan müstağni olan kâdir-i mutlak yaratıcı, Ayet-i Kerimede sema kelimesini kullanarak muayyen bir mekâna izafeti değil, ulviliğin göklerde olduğuna işaret etmektedir. O, elbette ki her türlü cismanî unsuru barındıracak zaman ve mekândan tenzih edilmektedir. Öyleyse sema, arş, kürsü, istiva gibi Kur’an’da direkt olarak Allah’a nispet edilen gökyüzü kavramları nasıl anlaşılmalıdır?
Muhakkak ki zikrolunan ifadeler, yaratıcıya net bir mahal tayin etmek yerine, İlâhî tasarrufların emir ve irade merkezi olarak kapsayıcı bir saltanata delalet edecek unsurlardır. Öyle ki “Arş” her alandan âlemin kuşatıldığı yüce bir makam, “Kürsî” ise sahip olunan en azametli hâkimiyet ve kudret manalarına gelmektedir. Tayin edilmiş bir sıralama çerçevesinde yaratılan bu olguların sonradan meydana gelmesi, binaenaleyh ezelî olmayan bir alanın yaratıcının bulunduğu yer olamayacağı, belli bir mekâna yahut hududa sahip olmanın sonradan vücut bulmuşlara mahsus olduğu ve de arşın Allah’ın mülkü olduğunun ifade edilmesi gibi deliller, yaratıcının bu kavramlar üzerinde mütemekkin olmadığının aslında mutlak hükümdarlığın O’nda bulunduğunun net bir ispatıdır. Nitekim müteahhir dönemin önde gelen kelâm âlimlerinden Fahreddin er-Râzî’nin (ö. 606/1210) ifadesine göre İlâhî emirlerin ilk muhatabı olan meleklerin bulunduğu yer de ulvî bir konumda bulunan arştır. Çünkü bu alan, yüce bir makama delalet etmekte ve melekler gibi âli mevkideki varlıkların mahalli olmaktadır.
Lafzî olarak Allah’ın gökte olduğunu ima eden ayetler ise bu noktada yüceliğin yeryüzü yerine bilakis gökyüzüne nispet edildiğinin bir başka göstergesidir. Öyle ki Mülk Suresi’nde buyrulduğu üzere; “Yahut gökte olanın üzerinize taş yağdıran bir fırtına göndermeyeceğinden emin misiniz? Uyarılarımın ne demek olduğunu yakında anlayacaksınız!”5 ayeti “Gökte olanın” ibaresiyle kudsiyeti gökyüzüne atfederek, güç ve kuşatmanın zatı gereği vacip olanın hükmü altında olduğuna işaret etmektedir. Bu husus dil kuralları bağlamında değerlendirilecek olursa cümle içindeki sıralamada ilk tercih edilen kelime ehemmiyetine vurgu yapılmak için kullanılır. Yani göklerin yeryüzüne kıyasla mertebesinin yüksek oluşu izhar edilmektedir.
GÖĞÜN GÖRÜNEN YÜZÜ
Dua, kulun acziyetini ve sığınma talebini yaratıcısına ilettiği Allah Teâlâ ile insan arasındaki kuvvetli bir iletişim aracıdır. İnanan bireyler için büyük bir güven kaynağı, umuda göz kırpan bir siper, ruhanî arınmaya rehberlik edecek bir pusula vazifesindedir. İnsan için son derece önemli olan bu yakarışta eller yeryüzüne değil gökyüzüne doğru uzanmaktadır. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu hususa, “Allah’a avuçlarınızı yukarıya getirerek dua edin, ellerinizin tersini değil. Duayı bitirdiğiniz zaman da ellerinizi yüzünüze sürün.”6 ifadeleriyle açıklık getirmektedir. Dua ederken insanların istemsizce gözlerini semaya kaldırmaları, aslında yukarıların aşağılara olan üstünlüğünün, insanlık içerisinde içselleştirilmiş bir kabul olduğunun da göstergesidir.
Gökler, İmam Gazali’nin (ö. 505/1111) tabiriyle duaların kıblesidir. Allah’ı hatırlatan, vesvese, hüzün, keder gibi menfi arazları gideren, kalbe iyi gelen, yaratıcının azametini hatırlatan, insanı karamsarlık denizinden alıp götüren bir konumdadır. Göğün görünen yüzü gökyüzü, insana ferahlık verir, benliğini fark ettirir, tüm bu âlem içinde aslında ne kadar az yer kapladığı hakikatini yüzüne haykırır.
Hülasaten gökyüzü, İslâm inancı içerisinde ulviliği/yüksek rütbesi kuvvetli naslarla sabit olan bir varlıktır. Değeri manalar ötesine taşınan gökler, insana kendi mahiyetini anımsatmaktadır. Yalnızca yaratıcının değil, meleklerin hatta İlâhî kelâmın dahi izafet edildiği bu ulvî mevki, içerisinde nice hikmetler barındırmaktadır. Öyleyse gökler bize ne söyler, durup kulak verelim, hayata geçirelim!
“Şükür ki gökyüzü henüz hiçbir cüzdana sığmıyor…”
1 Günay Tümer, “Çeşitli Yönleriyle Din”, A.Ü.İ.F. Dergisi, Ankara, 1986, c. 28, s. 222
2 Kaf Suresi 6
3 Bakara Suresi 29
4 Ra’d Suresi, 2
5 Mülk Suresi, 17
6 Ebu Davud, “Salât”, 358