“Serçe Parmağı”, “Ruh Yordamı” ve “Açık Pencere” kitaplarının yazarı Gökhan Özcan, modernlik, yazarlık ve hayat hakkında sorularımızı yanıtladı.
Hepimizin bildiği; dergicilik, editörlük, yazarlık, gazetecilik gibi alanlarda tanıdığımız bir Gökhan Özcan var. Hepsinden farklı ve ötede Gökhan Özcan, Hüma Dergisi için kendini nasıl tanımlar?
İnsanın ömrü kendine bir tarif aramakla geçiyor, bu meselenin aslî meselemiz olduğuna kaniyim. Dolayısıyla birkaç kelimenin içine sığdırabileceğimiz şeylerin meselenin ağırlığını kaldırmayacağına inanıyorum. Sadece kendim için değil, herkes için “İnsan” olduğunun şuurunda olan herkes için bu böyle… Üstelik insanın kendi hakkında konuşmasında da birtakım sıkıntılar oluyor. Beni bağışlarsanız, hiç girmeyeyim bu tanımlama işine… Zaten otuz yılı aşkın bir zamandır oldukça kişisel tonda şeyler yazıyorum. Bunun üstüne eklenebilecek çok fazla şey yok. Herkesin gündeliklerinden farklı bir hayatım olduğunu söyleyemem. Etrafıma sağır olmayan bir insan olmaya, hakkaniyeti korumaya, insanı ve hayatı anlamaya gayret ediyorum. Bütün bu meselelerde de herkesten çok daha başarılı olduğumu söyleyemem.
Yaşlarımız rakamsal olarak küçük olsa da kimimiz belki de yaşımızdan büyük ve derin şeyler yaşayarak yol alıyoruz ya da tam tersi, yaşımızın gerektirdiği derinliğe ve olgunluğa sahip olamayarak şuursuzca ömür tüketiyoruz. Siz, yirmili yaşlarınıza geri dönseydiniz hâlinizi nasıl tanımlar ve ona ne tavsiyede bulunurdunuz?
Benim yirmili yaşlarım bir darbe dönemine denk geldi ve 12 Eylül Darbesi’nin hemen ardından üniversite yıllarım başladı. Türkiye’nin çalkantılı bir döneminden aniden çok durgun ve insanların tek çare olarak kendi iç dünyalarına kapandığı bambaşka bir döneme geçilmişti. Devrin icabı güncelle daha az ilgili, bazıları ayağı yere basmayan şeyler olsa da idealleri ve hayalleri olan, şiir yazan, hikâye yazan, dergi çıkaran ve bütün bunların heyecanını hayatının her yanına katan bir grup genç insanla beraber yürüdük, uzunca bir süre… O dönem benim de yazmaya başladığım, ilk hikâyelerimi yazdığım dönemdir. Bunları çok fazla değiştirmek istediğimi söyleyemem. Şimdi, en azından benim için, edebiyat ortamının aynı tadı, aynı amatörce heyecanları yok maalesef… Ya da yaşım ilerlediği için ben yaşayamıyorum bunları… Bunların ötesinde, benim insana ve hayata bakışımda “Nasip” kavramı çok belirleyici bir etkiye sahiptir. Geçmişe dönük bir yere varmayacak pişmanlıklar ya da geleceğe dönük âfakî beklentiler içinde değilim. Ne yaşandıysa insanın nasibinin o olduğuna ve hayatın sadece yaşanan hikâyesinin gerçekliği bulunduğuna inanıyorum.
Elbette, her insanın olduğu gibi benim de geçmişimde yaşanmayan duygular, söylenmeyen sözler, gerçeğe dönüştürülemeyen hayaller, düzeltilemeyen hatalar var. Ama bunlar da gerçek hikâyemize dahil değil mi? Bizi, bir insan olarak şekillendiren şeyler arasında onlar da yok mu? İnsan asıl iç dünyasında yaşıyor ve orada imkânsız diye bir şey yok. Ben yaşadığım her şeyden râzıyım. Keşke daha az günahkâr, daha fazla becerikli, daha çalışkan olabilseydim dediğim şeyler var ama bunları geçmişle hesaplaşma olarak değil, geleceği biraz daha yola yordama sokabilme adına yapıyorum.
Yazan kimselere, yazar şahsiyetlere sorulduğunda yazmanın onlar için vazgeçilmez olduğunu söylerler. Yazmak sizin için ne demek, yazmadan olmaz mı?
Bana sorarsanız insan hayatında vazgeçilmez olan tek şey, îmân sahibi olmaktır. Başka, her şeyden vazgeçebiliriz. Ancak belli bir kişilikle bir mayayla bir karakterle doğuyorsunuz, bir kaderiniz, belli kabiliyetleriniz var. Zaten yazmayı pek seçenekler arasından seçip tercih etmiyorsunuz, siz öyle bir yol üzere bu dünyaya geliyorsunuz. Allah, hiçbir şeyi sebepsiz yaratmıyor, yazabiliyorsanız yazıyorsunuz. Hayatınızın doğal akışı, seyri, daha doğru ifadeyle kaderi bu… Yazabiliyorken yazmıyorsanız, bu da hikâyenin seyri içinde bir yere sahip ve o da tabiatıyla kadere dâhil…
Yazmayı, yazarlığı olması gerektiğinden daha fazla yücelten, kutsayan biri değilim; yazarak insanlara büyük kötülükler de yapılabiliyor. Neredeyse çocukluktan çıktığımdan beri yazdığım hâlde, yazarlara yakıştırılan ezber hareketlerden hep uzak durmaya çalıştım. Yazmak, insanın meramını anlatmasının bir yolu sadece, bir statü değil, havası atılacak bir şey değil… İşin normalini kaybedersiniz bir yerden sonra yazarı oynamaya başlayabilirsiniz ki bu yazının felaketidir. Yapıp ettiğimiz şeylerle kendi yatağımızı dolduruyor ve oradan akıyoruz. Bu doğallığı kaybedersem işte o zaman yazmaya devam edemem, çünkü yaptığımın anlamını bulamam.
“Düşünmekten takatim kalmadı ama bu meseleyi düşünmeden yapamıyorum…” dediğiniz bir durum ya da olgu ile karşılaştınız mı hiç hayatınızda?
Bunu, neredeyse her gün yaşıyorum. Ben iç sesi hiç susmayan bir yapıdayım, bazen zihnimin makinelerini kapatamadığım için uykum kaçar. Bu meselelerin bir kısmında makul varış noktaları buluyorum ama bir kısmı belki yıllarca kafamı kurcalamaya devam ediyor. Bu acayip bir şey değil aslında. İnsanın zihni, ufku, havsalası böyle kendini zora koş[1]tuğu zaman açılıyor; aksi, yerinde saymak olmaz mı? Şahsen bu durumdan bir şikâyetim de yok.
Sizi edebî eserlerden okumaya alışığız. Peki, edebiyat her zaman romantik olmak zorunda mı? Realizm ile birleşmez mi? Birleşirse ne olur?
Ben bu tür kavramsal tartışmaların içinde kendime pek yer bulamıyorum. Meseleyi, Romantizm ve Realizm akımları üzerinden düşünürsek ayrı, günlük kullanımdaki “Romantik” ve “Realist” kavramlarıyla düşünürsek ayrı sonuçlar ortaya çıkar. Tercihim ikisi de değil. Yazıp çizerken bu türden teorik kaygılar ya da yönelimler içinde olmuyorum. Kendime özgü dili yakalamayı, oradan bir şeyler karalamayı tercih ediyorum. İnsan, yaşayıp giderken ne kadar romantik ne kadar realist ise bunlar eserlerinde de bunlar aynı oranda yer bulur. Bu doğallıktan, bu el değmemiş akıştan uzaklaşmamak lazım diye düşünüyorum; âcizane. Aksi hâlde bir takım kavramsal hesap ve kollamalar metinlerin giderek doğallığını yitirmesi, samimiyetini kaybetmesi sonucunu doğurabilir. Başka yazarlar başka yollar izleyebilir, yazdıklarının teorik çerçevesini çizebilirler. Ben, buna ihtiyaç duymuyorum.
“ ‘Çaresizlik nedir?’ diye sordu profesör. ‘WiFi şifresini unutmak…’ diye cevapladı öğrencilerden biri” yazmışsınız Eylül 2019’a ait bir yazınızda. Özellikle “En Acıklı Film” isimli yazınıza istinaden soralım. Sizce çaresizlik nedir?
Bu zamanlara özgü her şeyin içinde bir parça çaresizlik var. Ama temelde bana en çaresiz ve en acıklı görünen şey; sürekli yanlışlığından dem vurduğumuz şeylerden vazgeçmeyi aklımızdan dahi geçiremeyecek bir hâlde oluşumuz. Çaresizliğin en koyu hâli bu bence; “Çare”den tamamen ümidi kesmiş olmak… Bu hâl, herhâlde hepimizi bir tür bitkisel hayata mahkum ediyor. Burası çarenin tükendiği yer değil, insanın tükendiği yer… Çare, her zaman vardır ve insanın içindedir. İnsanın çareyi bulamadığı zamanları değil, aramaktan vazgeçtiği zamanları yaşıyoruz.
İlk sayımızda röportaj yapma fırsatı bulduğumuz Kemal Sayar’ın sizinle ilgili 2015 yılında atmış olduğu bir tweet var; “Gökhan Özcan okunulan eve, psikiyatrist girmez.” diyor. Altına yazılan yorumlar ve hakkınızda yazılan sözlük maddeleri de insan ruhunu çok iyi anladığınız yönünde. Sizce bu bir kişilik mi yoksa sonradan kazanılan bir yazı üslubu mu?
Kemal Sayar’ın sözü belki de “Hasta artık o kadar ümitsiz bir hâldedir ki bir psikiyatr için artık yapılacak bir şey kalmamıştır.” anlamına da gelebilir. Şaka bir yana, ruh kavramı; insanın idrâkinin tam olarak kavrayamayacağı, uçsuz bucaksız bir ummanı ifade ediyor. Yüce kitabımızda, İsra Suresi’nde bu mesele, “Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabb’imin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir.” şeklinde ifade buyruluyor. Meseleye buradan bakınca herhangi birimizin “İnsan ruhundan çok iyi anlamak’’ gibi bir iddiayı taşımasının imkânsızlığı anlaşılır. Ama âcizane bir insan olarak hem kendisinin hem de başka insanların iç dünyasına olan merakını canlı tutmaya, insanları kendi hikâyeleri içinde anlamaya, hikâyelerinin görünmeyen dip akıntılarını, iç ayrıntılarını insana dahil ederek anlamlandırmaya çalışan biriyim. İnsanın iç âleminin, dış dünyasıyla kıyas edilemeyecek büyüklükte, sonsuza açılan bir âlem olduğuna şüphe yok. Bu çağda her şeyin dışımızda yaşandığını düşünmeye, gözümüzü dünyada olan bitene çevirmeye ve oraya sabitlemeye fazla alıştırıldık. Bu insanı kupkuru bırakan, insanlığını yoksullaştıran bir şey… Bize ilminden çok az şey verilen “Ruh”, şüphe yok bütün sınırlarımızı aşarak bizi hayrete düşüren hem apaçık bir gerçek hem de sırlarla dolu bir muamma… Ben yeni zamanlarda, derin irfanî manasıyla düşündüğümüzde, “Hayret” duygusunun içimizde yerini bulamadığımız en önemli kayıplarımızdan biri olduğuna kaniyim. İnsanın tam olarak hiçbir zaman kavrayamayacağı kadar uçsuz bucaksız bir âlemle beraber yaşadığını bilmesi muazzam bir şey… Sadece merak etmekle bile insanın sınırlarının genişleyeceğine ise şüphe yok.
Günlük hayata, koşturmacaya hatta bazen de kaosa şairene bir dokunuş yapmak nasıl mümkün oluyor? Bu naif bakışın temel dinamiği nedir?
Bu insanın kendisine, “Nasıl oluyor da ben anadilimi bu kadar rahat konuşabiliyorum?” sorusunu sorması gibi bir şey. Bu yapmayı tasarladığım bir şey değil. Çoğumuz farkında olmuyoruz ama hepimiz dünyada tek örneği olan biricik insan örnekleriyiz. Dolayısıyla sözlerimiz, ifade biçimlerimiz, kullandığımız kelimeler, bakış açılarımız, bunlara eklediğimiz mimik ve jestler, yine kelimelere yüklediğimiz vurgular ve daha birçok şey aslında özgün, sadece bize ait ve bizi işaret ediyor. Yaşadığımız çağ insanları birbirinin neredeyse aynı kılmak ve olabildiğince tektipleştirilmiş birer müşteriye dönüştürmek için epeyce çaba gösterdi ve bunda, maalesef ciddi mesafe aldı. Ancak buna rağmen özünde insanın biricikliği bir potansiyel olarak daima canlıdır. Oraya dönerseniz orada başka hiç kimse olmayan kendinizi bulabilirsiniz. Ben yazıyla arama mümkün mertebe başka hiçbir şey sokmamaya çalışıyorum. Konuşma isteğimin çok fazla olmaması da bununla ilgilidir esasta. Allah’ın her insana bahşettiği o başkalık, o biriciklik cevheri korunabilir ve lisana indirgenebilirse yazdığınız her şey sizin özgün karakterinizi yansıtacaktır. Ne kadar başarılı olabildiğim elbette tartışılır ama yapmak istediğim budur.
Geçmiş yazılarınızdan birine, “Kendimizi iyi hissetmemiz neden bu kadar zor? Çünkü insanız.” diye başlıyorsunuz. Bu durum, kusur karşısında bahane kabul etmeyen modernliğe bir itiraz mı? Eğer öyleyse bu itiraza hâlâ devam ediyor musunuz?
Ben, modernliğin kendisini bir kusur olarak görüyorum. Maalesef hepimize az çok bulaşan, hepimizde tahribatlar bırakan bir ağır kusur… Allah, beni kendi sözümle imtihan etmesin. Modernlik karşısında pir-u pak bir hayat yaşadığımı, modern hayatın tuzaklarından büsbütün ârî kaldığımı iddia edecek değilim ancak iç dünyamda şunu biliyorum; inancım, inandığım değerler ve bunlarla inşa etme gayretinde olduğum kişiliğim, hiçbir şekilde modernlikle barışık bir hayat yaşamama izin vermeyecek, vermemeli. Modernlik, bir geleneğe, bir inanç bütünlüğüne, hükmün sahibinin Allah olduğuna ve bütün âlemi, aldığımız her nefesi, her oluşu kudretiyle yaratana, her hâli çekip çevirene ve insana şah damarından daha yakın olana bir isyan olarak türetilmiş bir gaflet dinidir. “Modern hayat içinde Müslüman neler yapmalı?” gibi soruları hiçbir zaman anlamlı bulmadım. İnançlı herhangi bir insanın, Müslüman olsun ya da olmasın, “Ben modernim” ya da ben “Modernlikle barışığım” deme hakkı olduğuna; işin özü, kaidesi ve idraki bakımından inanmıyorum. Bu dünyada nefes alıp verdiğim her dakikayı, kalben modernliğe esastan buğzetmekle geçireceğim. Her ne kadar kişisel hayatıma bulaşmasını tamamen önleyemesem de modernliğin kalbimi, duygularımı, inançlarımı tamamen ele geçirmesine, beni benden geriye hiçbir şey kalmayacak kadar dönüştürmesine izin vermemek üzere uyanık kalacağım. Allah’tan niyazım beni bu yolda sabit kadem kılmasıdır, çünkü bunu kendi başıma yapmaya güç yettiremem.
1999’da, “Gerçeğimiz kemiriliyor ey insanlar! Gerçeksiz bırakılıyoruz. Hayatın bir örnek urbalarını giydiriyorlar, seğirip duran zavallı bedenlerimize.” demiştiniz. Geçen 20 yıl içinde ne yapmamız gerektiğine dair oluşan fikirlerinizi bizimle paylaşır mısınız? Bir örnek urbalardan giymek istemeyen biz gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?
Aslında 1999’dan bu yana bu gerçekten hareketle ne yapmak lazım geldiğini kendi anladığım ve anlamlandırdığım kadarınca yazmaya, ifade etmeye gayret ediyorum. Yapılacak şeyleri bir röportajın fiziki sınırları içine sığdırmaya çalışırsak her şeyi özet bir hâle getirmek icap ediyor. Özetleme gayreti, eğer hayatın en önemli meseleleri söz konusuysa çok doğru bir sonuç vermez. Özetlemeye değil detaylandırmaya, uzun uzun ifadeler ortaya koymaya ve bütün bu muhakeme ve mücadeleyi bir ömre yaymaya ihtiyacımız var. Bir şeyleri aslına döndürebilmek ve temel meselelerde çözülmeyi durdurabilmek istiyorsak neyin bizi yanlış bir istikamete götürdüğünü, neyin insanlığımızı yolundan çevirdiğini, yağmaladığını, yönsüz ve eksik bıraktığını belki de günler ve geceler boyunca düşünmemiz gerekiyor. Bu, birilerinden nasihat alarak çözebileceğimiz bir şey değil… Bugün malum mecralarda o nasihatlerin binlercesi dolaşımda… Ama temelde bir çoğumuzun meselenin bizi ne kadar yaraladığına dair bir muhakeme ve muhasebesi olmadığı, bu meseleler samimiyetle dert edinilmediği için günün eskimiş haberlerinin ekranın altından gelip geçmesi gibi o nasihatlerin hepsi birer faydasız altyazı gibi bize dokunmadan hayatımızdan gelip geçiyor. Çok karmaşık değil aslında mesele ama fikri gerçeğe dönüştürmek çok zor geliyor insanlara. Bir örnek urba giymek istemeyen için yapılacak şey belli: Bir örnek urba giymemek! Buna itiraz etmek, isyan etmek, kendi giyeceği şeye ilişkin fikir, tavır, zevk edinmek…
“Kendini karanlıkta ıslık çalmaya mecbur hissediyorsan, repertuarın epeyce geniş olmalı!” diyorsunuz “Dilimin ucundayım!” yazınızda. Karanlığı ‘günümüz’, repertuarı da ‘ufkumuz’ olarak düşünürsek sizce bu repertuarı genişletmek için ne yapmalı?
Kişiliğimizi oluşturan birtakım değişmez değerlerimiz olmalı ve bütün o değerleri iyi bilmeli, yaşamalı ve kimliğimize yansıtmalıyız. Bunun ötesinde kendi kişiliğimizi korumak şartıyla bize ulaşan her türlü fikre, kültüre, bakış açısına çok temel arızaları bünyesinde bulundurmadıkları sürece açık olmak ve bütün bunları kendi şartları içinde anlamlandırmaya gayret etmek gerek… Hayata ilişkin kendi varış noktalarını nihai nokta olarak görenlerin yerinde saydıkları bir vakıadır. Klişe fikirler, ezber kanaatler, sloganik indirgemelerin insanın ufkunu genişlettiğine şahit olmadım yaşadığım sürece. Dünyada yaşanan her şeyde insan için mutlaka dersler vardır, o dersleri çıkarıp hayatımıza katmalıyız. Ama şuursuzca hadiselerin tozuna dumanına atlamadan. Malum, toz duman varsa önünüzü de etrafınızı da göremezsiniz. İnsanın bakışını koruması, aklıselimi hiç yitirmemesi ve hakkaniyetten uzaklaşmaması lazım… Bu varsa her meseleye özgün ve gayet yerinde bir idrakle bakabiliriz. Korku, daha çok cehaletin çağırdığı bir şeydir. Keza takıntılı, saplantılı, kaba ve gürültülü bütün davranışların da kaynağı bundan farklı değildir. Kişi, hiçbir zaman kendini gerçeğin tek sahibi olarak görmemeli. Ama bugün bizi öyle olduğumuza inandırmaya çalışan pek çok şey var.
Son olarak sizden aşağıda yer alan her soruya birer kelimelik cevaplar vermenizi rica ediyoruz:
- Kullanmaktan en çok hoşlandığınız deyim nedir?
– “Hayy’dan gelen Hu’ya gider.” (Daha çok bir atasözüdür aslında, deyim kabul edenler de var.)
- En son bitirdiğiniz kitap nedir?
– Güzeli Kurtarmak/ Byung-Chul Han
- Sizi kendine hayran bırakan bir sanat eseri var mı?
– İstanbul
- Hissetmeyi en sevdiğiniz duygu hangisi?
– Muhabbet
- En çok kullandığınız kelime?
– Eyvallah!
- Ruhunuzu yansıtan renk nedir?
– Mavi
- Çocukluktan tadı hâlâ damağımda dediğiniz lezzet nedir?
– Bursa’nın tahinli pidesi
- Size mutlu ve huzurlu anları hatırlatan koku nedir?
– Lavanta
- Hangi kitap karakteriyle arkadaş olmak isterdiniz?
– Selim Işık
- Bundan böyle ömrünüzün sonuna kadar sadece tek bir müzik/ses/şarkı dinleyebileceksiniz. Bu hangi müzik/ses olurdu?
– Enver İbrahim (Anouar Brahem)/Berzah (Barzakh)
- Yaşamayı en sevdiğiniz şehir hangisi?
– Bursa
- Okumayı en sevdiğiniz sure hangisidir?
– Rahman Suresi