Perşembe, Aralık 18, 2025

Göğü Delen Evlerin İçindeki İnsan

Zeynep Sultan
Sınırlı Topkapı Üniversitesi-Mimarlık

Paylaş

Günümüzde şehirlerin hızla değişen çehresi, insanı fark etmeden kendi köklerinden uzaklaştıran bir dönüşüme sürüklüyor. Modern mimari, teknolojinin sunduğu imkânlarla birleşince hayatı kolaylaştırdığı iddiasıyla önümüze yeni bir düzen koyuyor: İnsan evinden çıkmadan market alışverişini yapabiliyor, bankacılık işlemlerini telefondan halledebiliyor, yemeğini kapısına getirtiyor, sosyalleşme ihtiyacını dahi ekranlar üzerinden karşılayabiliyor. İlk bakışta cazip görünen bu tablo, aslında insanı adım adım toplumdan koparan görünmez bir sürecin işaretlerini taşıyor.

KONFORUN GÖLGESİNDE YALNIZ DUVARLAR

Halka karışmadan, yüz görmeden, selam vermeden yaşanabilen bir hayat, insanın ruhunda küçük ama derin bir boşluk açıyor. Çünkü insan, yaratılışı gereği ilişkiye muhtaç bir varlıktır. Temas etmeden, konuşmadan, kapı önünde ayaküstü bir hâl hatır sormadan geçen günler; zamanla yalnızlığı sıradanlaştırıyor. Yalnızlık sıradanlaştıkça da toplumun dokusunu bir arada tutan o ince bağlar gevşemeye başlıyor. Mahalle kültürünün omurgasını oluşturan karşılaşmalar, ortak mekânlar, paylaşılan gündelik pratikler giderek kayboluyor. Konfor büyüyor, ama insan küçülüyor; çünkü insanı insan yapan şey tam da bu küçük temaslardı. İşte bu kopuşu derinleştiren modern yapıların başında rezidanslar geliyor. Türkiye’de 2007–2008 yıllarında şehirlerin siluetine belirgin şekilde girmeye başlayan rezidans mimarisi, yalnızca yeni bir konut tipini değil, yeni bir yaşam tarzını da beraberinde getirdi. Bir otelde yaşıyormuşçasına düzenlenmiş bu yapılar; güvenlikli girişleri, alt katlarında bulunan market-kafe-kuru temizleme gibi birimlerle, hayatın tüm ihtiyaçlarını bina içine sıkıştıran bir düzen kurdu. Mimari açıdan konforlu görünen bu yapılar, aslında toplumsal ilişkiler adına ciddi bir daralma alanı oluşturuyor. Çünkü rezidans konforu, insana “dışarı çıkma mecburiyetini” ortadan kaldırıyor. Oysa mecburiyet, insanı insanla karşılaştıran en temel güçtür. Bakkala gitmek için yürümek, ekmek almak için sıraya girmek, komşunla apartman girişinde karşılaşmak… Bunların her biri, fark etmeden toplumu diri tutan küçük bağlardır. Rezidans düzeninde ise bu bağların birçoğu yok oluyor. İnsan ihtiyaçlarını karşılamak için artık dışarı karışmıyor, kalabalığa girmiyor, sokakla ilişkilenmiyor. Sonuç olarak toplumun ortak alanları daralıyor; her birey kendi “özel yaşam kutusuna” çekiliyor.

İNSANIN İNSANA TEMASI

Bugün şehirlerde en çok eksikliği hissedilen şey, insanların birbirine değmesi. Temassız bir hayatın ortasında nefes almaya çalışıyoruz. Sosyal medya üzerinden kurulan yapay iletişim, gerçek karşılaşmaların yerini almış durumda. Rezidans mimarisi ise bu süreci fiziksel olarak pekiştiriyor: Yüzünü görmeden yaşadığın komşular, ismini bilmediğin insanlar, selamsız sabahsız geçen günler… Tüm bunlar modern mimarinin sunduğu “kolaylık” kisvesinin altındaki manevi kayıpları gözler önüne seriyor. Müslüman toplumların yüzyıllar boyunca inşa ettiği mahalle kültürü, mekân ile insan arasındaki bağı hiç koparmamıştı. Avlulu evler, ortak sokaklar, çocuk seslerinin yankılandığı caddeler, komşular arası yardımlaşmayı ve tanışıklığı besleyen bir düzen kurardı. Bu düzen yalnızca bir mimari tercih değildi; aynı zamanda bir terbiyeydi. Şimdiyse rezidans mantığı, insanı kendi içine kapatıyor. Kapandıkça yabancılaşıyor, yabancılaştıkça merhameti zayıflıyor. Çünkü merhamet, insanın insanla temasından beslenir; yüzünü görmediğin birine karşı sorumluluk hissetmek zordur.

Bütün bunlar bize zor bir soruyu hatırlatıyor: Kolaylık adına neyi feda ediyoruz? Asansörle markete inebilmenin konforu, gerçekten de sokakta alınan bir selamın yerini tutabilir mi? Bir toplumun direnci, bireylerin birbirine temas ettiği noktada başlar. Şimdiyse temas giderek azalıyor, sokak hafızasını kaybediyor, insan sosyal varlık olmaktan çıkıp yalnız bir tüketiciye dönüşüyor. Elbette modern mimariyi tamamen reddetmek mümkün değil; şehir büyüyor, ihtiyaçlar değişiyor. Ancak önemli olan, konforu hayatın merkezine almamak. Çünkü konfor, sessiz ama derin bir esaret biçimidir. İnsan konfora teslim olduğunda, ilişkilerini, mahallesini, topluluk hissini geride bırakır. Aslında ihtiyacımız olan, konforla insaniliğin arasındaki dengeyi yeniden kurmak. Çünkü toplum insanların birbirine karıştığı yerde yaşar; herkesin kendi kabuğuna çekildiği yerde değil. Konforu büyüterek insanı küçültmek değil, insanı büyüterek konforu terbiye etmek zorundayız. Ancak o zaman şehir, ruhunu kaybetmeden yaşayabilir; biz de şehrin içinde birbirimizi kaybetmeden var olabiliriz.

İlginizi Çekebilir

İlginizi Çekebilir