Kimine göre kavuşamadığı sevgilinin acısı kimine göre de zayıf bünyesi yüzünden ince hastalığa yakalanan Gevher Nesibe Sultan, kendi adına yapılan şifahane ile Anadolu’nun ilk tıp merkezinin mimarı olmuştur.
Melike İsmetuddin Gevher Nesibe Sultan, Türkiye Selçuklu Devleti hükümdarlarından 2. Kılıç Arslan’ın (d.1113-ö.1192) on iki çocuğu içindeki tek kızıdır. Karakaşlı, kara gözlü, ak yüzlü bu sultan, naif görünümünün aksine sarayda oturup dikiş nakışla uğraşmak yerine at üstünde meydanlarda olmayı sevmektedir. Tıpkı babası ve kardeşi gibi Anadolu halkının derdiyle dertlenir, çözüm bulmaya çalışırdı. Sahrada aç kalan çocuklar da dışarıda üşüyen insanlar da onun derdiydi. Selçuklu Devleti’nin üst üste dâhil olduğu savaşlar sonucunda cepheden öyle çok yaralı gelirdi ki sarayın koridorları revire dönerdi. Ne yazık ki yaralıların çoğu hekim yüzü görmeden ölür ve elbiseleri ile defnedilirdi. Gevher Nesibe Sultan, “Neden bizim usta cerrahlarımız yok? Derde deva bulacak tabiplerimiz nerede?” diyerek tıbbî açıdan yetersiz kalışlarına üzülürdü. İleride Anadolu’nun ilk tıbbî merkezinin temelini atmasında bu yaşananlar etkili olacaktır.
RİVAYET ODUR Kİ
Gevher Nesibe Sultan sarayda dolaşırken gördüğü bir Selçuklu komutanına gönlünü kaptırır. Fakat ağabeyi I. Gıyasettin Keyhüsrev evlenmelerine razı olmaz, çünkü sarayın baş tacı ve baba yadigârı kardeşine kimseyi layık görmemektedir. Bu nedenle de komutanı Kayseri’den uzak tutmak için muharebeden muharebeye gönderir. Denilir ki komutan zorlu geçen bir savaşta şehid düşer. Haberi alan Gevher Nesibe Sultan ziyadesiyle üzülür, onu artık hiçbir şey mutlu etmemektedir. Saltanata, ihtişama rağmen kendisini yapayalnız ve çaresiz hissetmektedir. Zamanla yaşadığı üzüntü sonucunda yataklara düşer ve ince hastalığa yakalanır. Yaptığından pişman olan Hükümdar Gıyaseddin Keyhüsrev, ölüm döşeğinde bulunan kız kardeşinin başucuna gelir, ondan özür diler ve son arzusunun ne olduğunu sorar. Gevher Nesibe Sultan, ağabeyine şu vasiyette bulunur:
“Çaresiz bir derde düştüm, kurtulmam olanaksız. Hiçbir hekim derdime çare bulamadı. Artık ahiret yolcusuyum. Eğer dilersen, benim malvarlığımla benim adıma bir şifahane (hastane) yaptır. Bu şifahanede bir yandan dertlilere şifa verilirken diğer yandan da çaresi olmayan dertlere çare aransın. Bu şifahane ünlü hekim ve cerrahlar yetiştirsin. Burada kimseden bir kuruş para alınmasın. Burası benim adıma bir vakıf olsun.”
Nesibe Sultan bu yapının inşası için bütün servetini bağışlar ve hükümdar da kız kardeşinin bu isteğini yerine getireceği konusunda ona söz verir. Böylece Nesibe Sultan, gönül huzuruyla ruhunu teslim eder (1204). Naaşı ise vefatından sonra vasiyeti üzerine yapılan medresedeki türbesine gömülür.
Gıyasettin Keyhüsrev önce kendi adıyla (Gıyasiyye) anılacak olan medreseyi daha sonra da hastaneyi (Şifaiyye) inşa ettirir (1204-1206). Bu iki yapı bir birine bitişik olduğu için halk arasında “Çifte Medrese”, “İkiz Medreseler” olarak da anılmıştır. Kayseri’nin Yenice mahallesinde bulunan külliye, günümüzde Erciyes Üniversitesi Tıp Tarihi Müzesi olarak varlığını devam ettirmektedir.1
ÇIĞIR AÇAN BİR KURUM: GEVHER NESİBE ŞİFAİYYESİ
Türk İslâm tarihinde kadınlar, sosyal ve siyasî hayatta etkin rol almışlar, devletin imarından toplumun düzenine kadar pek çok alanda kadınların önemli katkısı olmuştur. Gevher Nesibe Sultan gibi hanımlar tarafından yapılmış daha birçok camii, medrese, kervansaray ve çeşme birer vakıf olarak insanların hizmetine sunulmuştur. Sosyal hayatın içinde kadınlar, var oldukça var etmişlerdir.
Teorik ve pratik tıp eğitiminin bir arada görüldüğü ilk kurum özelliğini taşıyan Gevher Nesibe Şifaiyyesi, kendi dönemine ve sonraki asırlara büyük bir ilmî değer katmıştır. Ayrıca Orta Çağ dünyasında ve İslâm medeniyetinin en parlak döneminde inşa edilmiş bir kurum olması da dikkate değerdir. Sahip olduğu bu çığır tüm dünyaca takdir edilmiştir. Nitekim Nasa Amerikan Uzay Üssü tarafından 1993 yılında Venüs gezegeninde bulunan bir tepeye Gevher Nesibe Sultanın adı verilmiştir.
Gıyasiyye Medresesi’nde Abdüllatif el-Bağdadî, Ekmeleddin en-Nahcuvanî (Mevlanâ’nın yakın dostu ve özel hekimi), Ebubekir Sadreddin Konevî, Kutbüddin-i Şirazî gibi çok yönlü büyük üstadlar dersler almış ve vermişlerdir. Medresede felsefe, din ilimleri Arapça ve Farsça, anatomi, fizyoloji derslerinin yanında klinik eğitimler şifaiyyede hasta başında yapılmıştır.
Darüşşifanın en önemli özelliklerinden birisi de akıl hastaları için bir bölüm bulunmasıdır. Orta Çağ Avrupa’sında içlerine şeytan girmiş gözüyle bakılan akıl hastaları, bu şifahanede tedavi edilmekteydi. 18 odadan oluşan bu kısmın adı Bîmarhane’dir. Burada bulunan akıl hastalarına uygulanan tedavilerden biri de musiki tedavisiydi. Hasta odalarının eyvan2 kavislerinde karşılıklı ikişer delik bulunmaktaydı. Odalarda bulunan bu delikler, yapılan tel[1]kin ve musiki tedavilerinin duyulmasını sağlayan birer ses sistemi görevi görmekteydi. Musikinin, büyük İslâm bilgin ve filozofları Zekeriya er-Razi, Farabi ve İbni Sina tarafından yapılan çalışmalarla insan ruhu üzerinde büyük bir tesire sahip olduğu kanıtlanmıştır. Razi, melankoli hastalarına müzik öğretilmesini ve güzel sesle söylenen şarkıların dinlettirilmesini tavsiye etmiştir. Farabi de Kitab el-Musiki adlı eserinde müzikli makamların insan ruhu üzerindeki tesirini açıklamıştır. İbni Sina ise Kitabu’ş Şifa adlı eserinin on ikinci bölümünü tamamen musikiye ayırmıştır.
Darüşşifa 1890 yılına kadar gerek medrese gerek de şifaiyye kısmında faaliyet ve eğitimlerine devam etmiştir. Bu tarihten sonra bir duraklama dönemine giren kurum, 1968 yılında bir restore görmüş ve 1982 yılında yeniden faaliyete başlamıştır. Günümüzde ise Tıp Müzesi olarak kullanılmaktadır.