Bir medeniyet ortadan kalktıktan sonra değer verdikleri ve inandıkları şeyleri anlamak için elimizde kalan tek ipucu geride bıraktıkları eserlerdir. Bu eserler âdeta bir zaman makinesi görevi üstlenerek, binlerce yıl öncesinden haberler verirler. Onların sayesinde dünyanın dört bir yanı geçmişten bize bırakılan armağanlarla doludur. Mağaraların duvarlarındaki yazılar, taşlara işlenmiş kitabeler, mezar taşları ve hatta bilginin muhafaza edildiği kütüphanelere kadar birçok şey, geçmişe tanıklık eden çok değerli armağanlardır.
Günümüzden on binlerce yıl önce, bir insan yaşadığı mağaranın duvarına bazı figürler çizmişti. Bu figürlerden birisi Güney Fransa’daki bir mağaranın duvarında bulunan “İnsan eli izi”dir. Muhtemelen biri “Ben buradaydım!” demek istemişti.1 Kendi ömründen daha uzun ve geleceğe izdüşümü olmasını umduğu bu figürleri mağaradan dışarı çıkararak taş tabletlere işlemeye başlamıştı. Zamanla figürlerin sistemli bir hâl alarak yazıyı oluşturması ile geçmiş medeniyetler hakkında daha kapsamlı bilgiler edinebileceğimiz aracılar bulmuş olduk. Peki, neden kendilerini geleceğe armağan olarak sunmak istediler? Dahası biz yaşadığımız çağdan binlerce yıl öncesini neden merak ediyoruz?
GEÇMİŞ VE GELECEK
Bu soruların cevabını sanırım İbn Haldun’un meşhur sözünde arayabiliriz; “Geçmiş ve gelecek, suyun suya benzemesinden daha fazla birbirine benzer.”2 İnsanlık tarihi geçmişle geleceğin birbirinden farklı değil iç içe geçmiş yaşantılar bütünü olduğunu göstermiştir. Antik toplumlar, kendilerinden önce gelen toplumların miras bıraktıklarının üzerine kişisel tecrübelerini katarak medeniyet meşalesini hep bir adım ileriye götürmüşlerdir. Belki de kat ettikleri mesafenin zorluğu onların geleceğe ipucu bırakma ihtiyacını körüklemişti. Bu ihtiyaçtan ortaya çıkan onlarca yazıt ve kitabe sayesinde toplumlar adeta canlı bir hâl alarak birbirleriyle sonsuzluğa varan bir iletişim kurmuş oluyorlardı.
Tarihe tanıklık ettiğimiz anlar, aslında günlük yaşantımızda dahi rastladığımız vakitlerdir. Binlerce yıllık bir ağacın gölgesinin altındaysa insan, aynı gölgeden kimlerin geçtiğini, kimlerin onun durduğu yerde durarak aynı ağaca baktığını merak eder. Topkapı Sarayı’nın kapısında “Buradan kimler kimler geçti.” diye düşünürken, içeri attığınız bir adım sizi imparatorluğa geri götürebilir. Belki de yüzyıllardır oldukları yerde duran taşlar size bir şeyler anlatmaya başlar. Önünden yüzlerce kez geçtiğiniz bir çeşme dile gelir, mezar taşları dert yanmaya başlar. Surların dibinde yatan asırlık tarihin havasını bile koklayabilirsiniz. Orada şehri savunmak için can vermiş askerler aklınıza gelir. Bir anda üstünüzden toplar akmaya başlar. Her tarafın toz duman içinde kalmaya başladığı o anda şehrin gürültüsü sizi geleceğe çağırır. Ama siz geçmişi merak etmeye devam edersiniz.
Bu aşina hislerin hepsi aynı şeyi söyler: Geçmişten gelen bu armağanlar sizinle iletişime geçmek için uzun yıllar beklemiştir. Çünkü onların sanatkârları geleceğe iz bırakmak gayesiyle, eski toplumlar ile ardından gelenleri görünmez bir iletişim ağıyla buluşturmuş oluyordu.
MAZİNİN ŞAHİTLERİ: MEZAR TAŞLARI
Bu iletişim ağının bir parçası olan mezar taşı kitabeleri, ölümleri neticesinde yaşayanların belleğinden silinmeye başlayan hatıralarını birkaç nesil sonrasına duyurma isteğinin en müşahhas ve estetik bir ifadesi olmuştur.3 Bu taşların üzerinde çoğu zaman şiir parçaları ile yaşanmış insan hikâyeleri kaydedilmiştir. Örneğin 1926 tarihinde Karaçullu Çayına düşen öğrencisini kurtarırken kendi hayatını feda eden Üsküplü öğretmen İbrahim Naci Bin Şerif’in mezar taşında yazan, “Dur ey yolcu. Burada talebesini kurtarırken Karaçullu Çayı’nda şehit olan Üsküplü muallim İbrahim Naci Bin Şerif yatıyor. Bu mezara hürmeti unutma!” yazısı, o dönemde yaşanılan bu etkileyici hikâyeyi geleceğe taşımıştır.
Öte yandan insan geçmişini merak ettiği için, geleceğin geçmişi olan yaşadığı bu anın kaybolmadan korunmasını umar. Tıpkı kendisi gibi ardından gelecek neslin onu merak edeceğini bilir. Ama asırlar sonrasında bile adından söz ettirebilmesi için bundan daha fazlasını yapması gerekir. Daha fazlasını yapanları bir arada bulabileceğimiz, geçmişle geleceği buluşturan mekânlardan biri kütüphanelerdir.
GEÇMİŞLE GELECEĞİ BULUŞTURAN MEKÂN: KÜTÜPHANE
Kütüphanelerin varlığı, yazının varlığı ile eş zamanlı bile olabilir. Çünkü günümüze ulaşan yazılı tabletlerde kütüphanecilik hakkında ipuçları saklıdır. Yazılan tabletlerin muhafaza edilebilmesi için odalar oluşturulmuş ve bu sayede ilk kütüphaneler meydana gelmiştir. Bir kütüphanede kitapların sayfaları arasında gezinirken, binlerce yıllık bir tarihe hem dokunabilir hem de havasını soluyabilirsiniz. 8. yüzyılda Fatıma el-Fihrî tarafından kurulan Karaviyyin Üniversitesi içindeki kütüphane dört bin el yazması eser ile ziyaretçilerini yüzlerce yıl geriye götürebilir. Bunun gibi birçok eski kütüphane geçmiş toplumların hafızasını günümüze, günümüzden de geleceğe taşımaya devam etmektedir.
Ancak bazı kütüphaneler, tarihin karanlık sayfalarında gömülü kalarak günümüze ulaşmayı başaramamıştır. Bunun en trajik örneği, kitap sayısı altı yüz bine ulaşan Kurtuba kütüphanesinin Hristiyanların işgali sonrasında yakılarak imha edilmesidir. Fizikçi Pierre Curie, “Endülüs Kütüphanesi’nden otuz kadar kitap kurtuldu ve onlarla atomu parçaladık. Eğer yakılan bir milyon kitabın yarısı kurtulmuş olsaydı, şu anda galaksiler arasında geziyor olurduk.” diyerek olayın vahametine dikkat çekmiştir. Öyleyse kütüphanelerde sadece geçmiş değil, aynı zamanda bizi geleceğe götürecek şifrelerde mevcuttur. Toplumlar, kendilerinden önceki milletlerin yaşanmışlıklarını ve tecrübelerini buradaki kitaplar üzerinden edinerek, her zaman bir adım ileriye gitmeyi hedeflemiştir.
Geçmişte kazanılmış birikimden habersiz, kim olduğunu ve nereden geldiğini bilmeyen, geçmişi unutan, bunun farkına varamayan veya görmezden gelen insanın bir yanı eksiktir ve hayatın akışı içinde, farkında olmadan, bu eksikliğin yaratacağı boşluk karşısında bocalar.4 Bu eksikliğin en belirgin temayüzü, geçmişte yapılan hataları yinelemek olacaktır. 17. yüzyılda Osmanlı ordusunun açlıktan ve soğuktan kırılmamak için süratle Rusya’daki steplerden geriye döndüklerini Napolyon bilseydi, 18. yüzyılda 600 bin kişiyi aşkın büyük ordusunu aynı Rusya’nın steplerine sokarak 40 bin askerinin ölmesine sebep olmazdı. Veyahut şayet biliyorsa bildiği hâlde ibret alabilseydi de diyebiliriz. Tıpkı Mehmet Akif’in dizelerinde dediği gibi:
Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
“Târîh”i “tekerrür” diye ta’rîf ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Geçmişten bugüne taşınan bu değerleri, bizler de bugünden geleceğe taşıyan kişiler olacağız. Geçmişi yok sayarak, sıfır noktasından başlamak mümkün değildir. Her şeyi yeniden deneyimlemek yerine geçmişe, geçmişteki yaşanmışlıklara bakarak geleceğe yön verebilmeliyiz. Tabiri caizse tarih yayını ne kadar geriye çekersek, medeniyet oku o kadar ileri gidecektir.
1 Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara Sapiens-İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi, İstanbul, Kolektif Yayınları, Şubat, 2015, s. 15
2 İbn Haldun, Mukaddimetu İbn Haldun, nşr. D. el-Cuveydî, el-Mektebetü’l-asriyye, Sayda-Beyrut 1415/1995, s. 17
3 Süleyman Berk, “Osmanlı Mezar Taşlarında Süsleme Unsurları”, Z Dergisi-Bitki Ressamlığı, 2017, Sayı: 1, s. 317
4 H. Rıdvan Çongur, “Geçmiş Zaman Üstüne”, Türk Dili Dergisi, 2012, Temmuz, s. 450