Neden gördüğümüz şeyler, gördüğümüz şeyler olarak kalmaya devam ediyor?
Neden bir bardağı elimize aldığımızda dağılıp parçalanmıyor ve onu rahatça kullanabiliyoruz veya neden saatte bir parfüm püskürtmesi için ayarladığımız otomatik oda parfümlerinden püskürtülen sıvının kokusu, kısa bir süre sonra tüm odayı dolduruyor da parfüm kutusunun etrafında birikmiyor? Ve hatta neden her havaya zıpladığımızda çok kısa bir süre sonra tekrar yere iniyoruz?
Fizik kanunları, makro ve mikro evrende olmak üzere iki şekilde incelenebilir. Makro evren, evrenin rahatça görebildiğimiz, gözlem yapabildiğimiz kısmını yani bizim boyutlarımızda olan veya bizden daha büyük olan cisimleri (İnsan, hayvan, Güneş, galaksi vs.), mikro evren ise atom ve çekirdeği kadar ve hatta daha da küçük nesneleri (Elektron vb.) ifade eder.
Mikro evrende işler bir miktar karmaşıktır ve belki başka bir yazıda veya muhtemelen yazılar boyunca ele almak gerekir. Ama genel olarak onlar da belirlenmiş birtakım yasalar üzere hareket ederler.
Fizik kanunları makro evrende ise son derece kullanışlıdır ve neredeyse tamamen deterministiktir yani belirli sonuçlara sahiptir. Sanki kendilerine verilmiş bir görevi her zaman, neredeyse eksiksiz yerine getiren bir grup komutan gibidirler. Bu sonuçlar gösterir ki bir bardağı elimize aldığımızda durduk yere kırılmaz. Parfüm kokusu çabucak tüm odaya yayılır. Her havaya zıpladığımızda tekrar yere ineriz. Bu olayların gerçekleşme şekli her zaman böyledir.
Mesela, Newton’un ünlü “Klasik Fizik Yasaları” der ki bir cisim üzerinde herhangi bir etki yoksa o cisim var olan hâlini korur. Bardak örneğinde olduğu gibi cisim var olan durumunu korur ve durduk yere dağılmaz, parçalanmaz veya eriyip gitmez.
Bunun yanı sıra, “Evrensel Kütle Çekim Yasası” da cisimlerin birbirlerini çektiklerini söyler. Hâliyle çeken şey Dünya olduğunda biz insanlar, Güneş olduğunda diğer tüm gezegenlerle birlikte Dünya’mız, merkez galaksi olduğunda da en yakın yıldızımız olan Güneş’imiz fazlasıyla bu durumdan etkilenirler. Ancak nedir bu çekmek?
Burada Einstein’ın ünlü “Genel Görelilik Kuramı”na değinmeden geçmemeliyiz. Zira bu kuram birbirlerini çeken cisimler ile alakalı bambaşka ve çok daha tutarlı bir fizik ortaya koyar. Genel Görelilik Kuramı’na göre cisimler, kütleleri nispetinde çevrelerindeki uzayı bükerler.
Bu konunun daha iyi anlaşılması için verilen en klasik örnek şu şekildedir: Her bir köşesinden tutulmuş ve gerdirilmiş bir çarşaf ve bir basketbol topu hayal edelim. Basketbol topu çarşafa değer değmez çarşaf üzerinde bir çukur oluşacaktır.
Bir cismin uzayı bükmesi, çarşafın üzerine koyduğumuz topun çarşafta çukur meydana getirmesi ile benzerdir. Yani uzayı gerilmiş bir çarşaf gibi düşünelim ve bu çarşafın üzerine Güneş veya Dünya gibi bize göre çok büyük kütleli bir şeyler koyduğumuzu hayal edelim. Güneş’in çarşafta meydana getirdiği çukur, takdir edersiniz ki Dünya’nın çarşafta meydana getirdiği çukurdan çok daha büyük olacaktır. (Not: Güneş, Dünya’dan 333000 kat daha ağırdır. 1 Dünya’nın ortalama ağırlıktaki bir basketbol topundan kaç kat ağır olduğuna gelince bu sayı anlamamızı zorlaştıracak kadar sıfır içerdiği için vermemek daha iyi olur.)
Ancak bunu kafamızda tam olarak bu şekilde canlandırmak uygun olmaz. Çünkü kütlelerin çevrelerindeki uzayı bükmesi 3 boyutta gerçekleşen bir olaydır. Yani bu çukuru, 3 boyutlu olarak tüm çevrelerinde oluşturduğunu hayal etmeye çalışalım. Ne kadar zor olsa da…
Velhasıl, Einstein bu kuramında, büyük kütleli bir cismin nispeten küçük kütleli bir cismi çekmesini kabaca küçük kütlenin, büyük kütlenin çevresinde oluşan çukura yakın olması şeklinde tanımlar. Şekil 1’de de görüldüğü üzere Dünya, Güneş’in çevresinde oluşturduğu çukurun sınırları dâhilindedir ve bu şekilde Güneş’in etrafında döner dururuz.
Bir kokunun odaya yayılması meselesine gelince klasik fiziğin en ilgi çekici alanlarından biri olan istatistik fiziği kendini hissettirmeye başlar. Bu da belki başka bir yazıda ayrıntılı değinilebilecek bir konu. Aslına bakarsanız, bir parfüm kokusunun ve hatta her nefeste soluduğumuz havanın tamamının odanın yalnızca küçük bir kısmında toplanmaması için hiçbir sebep yoktur. Ama bu hiçbir zaman olmaz. Çünkü bu durumun gerçekleşme olasılığı o kadar düşüktür ki imkânsız olasılık adını veririz. Bu olasılık da çok fazla sıfır içerdiğinden burada yazmak çok da faydalı olmayabilir.2
Bir düşünelim, koltuğumuzda otururken hava moleküllerinin bir anda odanın diğer köşesinde toplandığını…
Şöyle bir durup düşündüğümüzde, şükretmemiz gereken sayısız nesneyi görmemek ve tabii fizik kanunlarını da görmezden gelmek mümkün değil. Güneş’in etrafında, canlılığa en elverişli uzaklıkta yaratılmış olmamız, Güneş’in içine düşmüyor veya yörüngesinden kopup gitmiyor olmamız, her sabah onunla karşılaşıyor, aydınlığından ve sıcaklığından faydalanıyor olmamız ve hatta Güneş’in aydınlığının ve sıcaklığının bize fayda veriyor olması gerçeği bizim için sıradanlaşan bir şey artık. Zıpladığımızda, koştuğumuzda veya yürüdüğümüzde yerin bizi tam kararında çekiyor olması, her adımımızda Dünya’dan kopup gitmiyor oluşumuz da öyle. Güzel bir kokunun tüm odayı doldurması da… Evet, örnekler sonu gelmeyecek kadar fazla.
Bu kadar kelamın üzerine, yazının başında sorduğumuz sorulara geri dönecek olursak artık cevabını bulduğumuzu iddia edebilir miyiz? Tüm bu görmeye alıştığımız ve onlar için şükretmeyi unutur hâle geldiğimiz nimetlerin sebebi fizik kurallarıdır mı acaba?
Yazıya tekrar şöyle bir bakacak olursak bu olayların nasıl bu şekilde gerçekleştiğini söylemekten başka bir şey yapmadığımızı görmek çok da zor olmasa gerek. Aslında naklettiğimiz tüm bu “Fizik kanunları” bir dizi matematiksel ifadeden meydana gelmektedir. Yani bütün bir yazı boyunca etrafımızda gördüğümüz cisimlerin hareketlerinin hangi matematiksel ifadeye uygun olarak gerçekleştiğini söyledik yalnızca. Peki ama neden tüm kurallar bu şekilde? Ve neden bu düzen bu kadar deterministik, değişemez?
Bu noktada son zamanlarda popülaritesini koruyan “Kaos Teorisi” akla gelebilir. Ancak bu teorinin bu şekilde adlandırılıyor olması kafaları karıştırmasın. Teorinin ana fikri evrende bir düzenin var olmaması değildir. Aksine, fizik yasalarının son derece hassas işliyor olması, bu yüzden en ufak değişimlerin bile genelde ciddi değişimlere yol açabileceği üzerine kurulmuş bir teoridir. Takdir edersiniz ki evren ve hatta Dünya da çok sayıda parçacık içerir. Bu parçacıkların her birinin hareketinin hesaplanmasının imkânsıza yakın olması hasebiyle teorinin ismine, “Kaos Teorisi” denmiştir.
Peki, tüm fizik kurallarını biliyor olmamız ve olayların nasıl gerçekleştiğini açıklıyor olmamız sona yaklaştığımızı gösterir mi bizlere? Bir fiziksel durumu açıklamak için ürettiğimiz teorileri, daha iyi açıklayan bir teori üretildiğinde terk ediyorken olayın nasıl gerçekleştiği konusuna bile tam bir netlik getirdiğimizi nasıl iddia edebiliriz? Kabul edelim ki olayların nasıl gerçekleştiği kısmını çok büyük tutarlılıkla açıklayabiliyoruz fakat bu hakikate açılan kapıyı araladığımız anlamına mı gelir?
Geçtiğimiz senelerde hayata veda eden ünlü İngiliz fizikçi Stephen Hawking’in “The Grand Design” adlı eserinde geçen şu sorular, asıl sorulması gereken sorular değil midir?
“Niçin hiçlik değil de varlık var? Niçin varız? Niçin başka yasalar değil de bu bildiğimiz yasalar var?” Bize bu soruların cevabını veren ve Kur’an-ı Kerim’i göndererek, başka aracılarla asla ulaşamayacağımız hakikat denizinden damlalarla bizi sulayan Rabbimize hamd ederiz.
“Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru.”3
1 “Ağır” kelimesi buraya uygun değildir ancak bu şekilde anlamak şimdilik daha kolaydır.
2 George Gamow, “1-2-3 Infinity”
3 Âl-i İmran Suresi, 191