Pazartesi, Haziran 16, 2025

Fatma Aygün Hanım ile Röportaj

İkra Apaydın
İstanbul Medeniyet Üniversitesi-Psikoloji

Paylaş

Klinik Psikolog olarak tanıdığımız Fatma AYGÜN hanım meslekî kimliği dışında sizce kimdir, kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

Bana kim olduğumu sorduğunuzda, cevabım her şeyden önce bir kulum. Bu dünya yolculuğunda kendini, Yaradan’ını ve diğer insanları tanımaya gayret eden bir yolcuyum. Kulluk bilincim hem hayata bakışımı hem mesleğimi şekillendiren temel pusulamdır.

İnsanı merkeze alırım; çünkü inanırım ki, insana değer verilmeden kurulan hiçbir yapı kalıcı olamaz. Yalnızca birey olarak değil, varlık olarak insan, Allah’ın yeryüzündeki en özel emanetidir. Bu bilinçle yaklaştığım her insan, bende ayrı bir hürmet ve sorumluluk duygusu uyandırır.

Her bir bireyin içinde, keşfedilmeyi bekleyen bir cevher, bir öz, bir anlam tohumu olduğuna inanırım. O tohum bazen bastırılmıştır, bazen korkularla örtülüdür, bazen de değersizlik duygusuyla görmezden gelinmiştir. Benim işim, o tohumu birlikte sulamaktır. Kimi zaman bir sözle, kimi zaman bir sessizlikle… Kimi zaman sadece orada durarak. Çünkü herkesin iç yolculuğu kendine has ve kutsaldır.

Psikolog olarak görevim, bu potansiyelin önünü açmak, ama en önemlisi kişinin kendi ışığını bulmasına yardım etmektir. Kimi zaman bir aynayım, kimi zaman bir yol haritası. Ama asla onun yerine yürüyen değil, yürüyüşüne saygıyla eşlik edenim.

Bu yolda kendi içsel sürecim de durmaksızın devam ediyor. Kulluk sadece bir inanç hali değil, aynı zamanda bir farkındalık biçimi. Rabbimle bağımı güçlendirdikçe, insanlara olan yaklaşımım da derinleşiyor. Çünkü kendine dürüstçe bakamayan biri, başkalarına şefkatle temas edemez değil mi? Bu yüzden kendi iç dünyamla yüzleşmekten, acılarımı tanımaktan, kırılganlıklarımı onurlandırmaktan kaçmam. Bilirim ki her gözyaşı bir kalp kapısını açar, her secde bir teslimiyetin derinliğini öğretir.

Ve hayatımda bana en çok anlam katan kimliklerimden biri de annelik… Anneanneyim aynı zamanda. Ailem, kalbimin en derin yerini kaplıyor. Evladımı büyütürken öğrendiklerim, torunlarımın gözlerine bakarken hissettiklerim; tüm danışanlarıma olan yaklaşımımın da duygusal altyapısını oluşturuyor. Her bir bağ, bana insan olmanın hem kırılgan hem de yüce yanını yeniden hatırlatıyor.

En çok inandığım, en sık kendime hatırlattığım söz ise şudur:

“İnsanın değerinin olmadığı bir yerde, hiçbir şeyin değeri yoktur.”

Bu sadece bir ilke değil hem mesleki hem varoluşsal duruşumun temeli. İnsan onuruna saygı, her adımımın mihenk taşıdır. Klinik Psikolog olmanın ötesinde, ben insan ruhuna saygı duyan, kalbine eşlik eden, Rabbine kul olmaya çalışan bir yolcuyum. Ve bu yolculuğun her adımında, bir parça daha insan olmaya, bir parça daha merhametle yoğrulmaya çalışıyorum.

İnsan olma yolunda daima öğrenciyim.

Büyüdüğünüz, yetiştiğiniz aile ortamı nasıl bir ortamdı? Ebeveynleriniz sizi yetiştirirken hangi hasletlere ehemmiyet verirdi? Aklınızda kalan birkaç hatıra varsa dinleyebilir miyiz?

Bu sorunun cevabı benim açımdan zorlayıcı fakat çok önemli olduğunu ve katlı sağlayacağını düşündüğüm bazı detayları aktarmak isterim.

Klasik bir çekirdek ailede değil; farklı kuşakların ve kültürel bağlamların içinde, parçalı ama gelişimsel açıdan zengin bir çocukluk yaşadım. Annem gencecik yaşında hem anne hem çalışıyor, benden sadece 18 yaş büyük olan babam ise gençlik döneminin öfkesiyle ve içsel çatışmalarıyla mücadele halindeydi. Bu nedenle bakım ve duygusal destek çoğunlukla geniş aile bireyleri tarafından karşılandı. Bu parçalı yapı ilk bakışta dağınık gibi görünebilir; fakat gelişimsel açıdan oldukça dönüştürücüydü. Bugün mesleki olarak benliğe, ilişkisel travmalara ve bağlanma süreçlerine dair duyarlılığımı bu çok katmanlı deneyimden aldığımı rahatlıkla söyleyebilirim.

Annem… Hep bir “gölge grisi” gibiydi. Çalışan bir kadındı ve babamla kurduğu zorlayıcı ilişki onun ebeveynlik işlevlerini sınırladı. Ancak bu görünürdeki eksiklik, benim için güçlü bir içgörü alanı oldu. Onun sessizliğinde sabrı, sınırlı varlığında fedakârlığı ve zor koşullardaki direncini fark ettim. Bugün anlıyorum ki, ebeveynlik sadece doğrudan etkileşimle değil; kimi zaman eksiklikten doğan anlamlandırmalarla da şekilleniyor. Psikolojik olarak bu, “eksik figürle kurulan ilişki” üzerinden gelişen dayanıklılığın bir örneğiydi.

Almanya’da babaannem ve dedemle geçirdiğim yıllar, bana sessizlik, düzen ve sabrın içsel gücünü öğretti. Dedemin öğreticiliği, bugün danışanlarımla kurduğum sabırlı terapötik ilişki modelinin ilk örneğidir. Babaannemin titizliği ve yaşam disiplini, zihinsel yapımı biçimlendiren erken örüntülerden biridir.

Türkiye’de halamla yaşadığım dönemler ise duygulara alan açmayı, koşulsuz sevgiyi ve öz-şefkati öğretti. Onunla kurduğum ilişki, duygusal regülasyon ve güvenli bağlanma açısından oldukça dönüştürücüydü. Halamın sevgisi, kendimle temas kurmamı kolaylaştırdı.

Yaz aylarını köydeki anneannemle geçirirdim. Maneviyatla iç içe geçmiş sade bir yaşamın temsilcisiydi o. Anneannem tevekkülün, sabrın ve içsel huzurun canlı bir örneğiydi. Onunla geçen zamanlarda öğrendiğim şeyler, yalnızca kültürel değerler değil; aynı zamanda ruh sağlığına dair bütüncül bakış açımın da temellerini oluşturdu. Bugün danışanlarımla çalışırken yalnızca bilişsel ya da duygusal düzlemi değil, onların anlam arayışlarını ve inanç sistemlerini de dikkate almam gerektiğine inanıyorum.

Babamın öfkeli yapısı ve duygusal mesafesi, çocukluk dönemimde ciddi içsel gerilimlere neden oldu. Fakat bu aynı zamanda beni çok erken yaşta duygusal olarak farkında, dikkatli ve içe dönük biri haline getirdi. Onunla yaşadığım zorluklar, başkalarının içsel çatışmalarına karşı geliştirdiğim empatik duyarlılığın temelidir. Bu, psikolojik dayanıklılığın nasıl yalnızca destekle değil; çatışmalarla da geliştiğinin somut bir örneğidir.

Her ev, her ilişki biçimi bana ayrı bir gelişimsel pencere sundu. Her biri içimde bir ses, bir iz ve bir duygu bıraktı. Görünürde dağınık olan bu çocukluk, içsel olarak beni birleştiren en sağlam temel oldu. İnsan ruhuna duyduğum ilgi ve mesleki merhametimin kökeni, bu çok yönlü geçmişin bana kazandırdığı derinlikle doğrudan bağlantılı.

Bazı anılar hâlâ içimde çok taze:

* Halamın balkondan sofraya çağırdığı anlar… O anlar yalnızca fiziksel değil, duygusal açlığın da doyduğu zamanlardı.

* Dedemin Almanya’da bana sabırla okuma-yazma öğrettiği günler… Öğrenmenin güvenli bir ilişki içinde nasıl inşa edildiğini orada öğrendim.

* Anneannemle tandırda ekmek pişirdiğimiz sabahlar… Dua, emek ve sadeliğin iç içe geçtiği, maneviyatın hayatla bütünleştiği anlardı.

Klinik psikolog olarak, her danışanımın arkasında çok katmanlı bir hikâye olduğunu biliyorum. Kendi geçmişimdeki bu çok seslilik, bana empatik esneklik ve bağlamsal duyarlılık kazandırdı. Sevgi, bazen tek bir kaynaktan değil; birçok yürekten damla damla birikir. Benim mesleki bakışım da böyle bir birikimin sesiyle şekillendi.

Psikoloji Bölümünü seçmenizde etkili olan bir kişi/olay/durum olmuş muydu? Bu bölümde okumamış olsaydınız hangi bölümü tercih ederdiniz?

Psikolojiyi seçmem, hayatla erken yaşta yüzleşmiş biri olarak şekillendi. Çocukluğum farklı şehirlerde, farklı ülkelerde farklı evlerde geçti. Bu durum beni çok küçük yaşlarda aidiyet, güven ve süreklilik gibi temel duygularla tanıştırdı. Değişen koşullarda ayakta kalmaya çalışırken, çevremi gözlemlemeyi ve insanların ruh hâllerini anlamaya yöneldim.

Babam zor bir insandı; öfkesiyle baş etmek, duygularımı bastırmadan var olmaya çalışmak çocukluğumda içsel dengeyi arayışımın başlangıcı oldu. Buna karşın, bana sevgiyi, şefkati ve psikolojik esnekliği gösteren anneannem, dedem ve halam gibi iyileştirici figürler de vardı. Onlar sayesinde insanın yalnızca travmalarla değil, şefkatle kurulan ilişkilerle de şekillendiğini erken yaşta fark ettim.

Tüm bu deneyimler bende derin bir farkındalık ve insanlara yardım etme arzusu doğurdu. “İnsan neden kırılır? Nasıl iyileşir?” gibi soruların peşine düştüm. Psikoloji bu sorulara hem bilimsel hem insani temelde yanıt bulabileceğim bir alan sundu. Geriye dönüp baktığımda, bu seçim yalnızca bir meslek tercihi değil; kendimi ve hayatı anlama yolculuğumun da önemli bir parçasıydı.

Eğer psikoloji okumasaydım, yine insanın anlam dünyasına yönelen bir alanda olurdum. Edebiyat duygunun, sosyoloji toplumun, İslami ilimler ise inanç ve hikmetin kapılarını aralıyor. Bugün geldiğim noktada bu üç alanın psikolojiyle bütünleştiğini, mesleki yaklaşımımı zenginleştirdiğini ve hâlâ beslendiğim güçlü kaynaklar olduğunu söyleyebilirim.

“Olumlu Düşünce” seminerlerinizi dinlemiş ve günlük yaşamında olumlu düşünceyi/ düşünmeyi uygulamak isteyen bir kişi için başlangıç noktaları nelerdir? Önerilerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Tabii memnuniyetle, gerçekten çok güzel bir soru. Olumlu düşünmek çoğu zaman yanlış anlaşılabiliyor. Burada kastettiğimiz şey, hayatın zorluklarını görmezden gelmek değil; yaşananları inkâr etmeden, umutla, çözüm odaklı bir bakış açısı geliştirmek.

Psikolojide özellikle bilişsel davranışçı terapi yaklaşımı bize şunu söyler: Duygularımızı belirleyen olaylar değil, o olaylara yüklediğimiz anlamlardır. Yani düşüncelerimizi fark etmek ve gerekiyorsa yeniden yapılandırmak, duygu durumumuzu da doğrudan etkiler. Bu yüzden olumlu düşüncenin ilk adımı, farkındalıktır. “Ben şu an ne düşünüyorum ve bu düşünce bana nasıl hizmet ediyor?” sorusu, otomatikleşmiş olumsuzluk zincirini kırmak için çok güçlü bir araçtır.

İkinci olarak, *şükür pratiğini* çok önemsiyorum. Pozitif psikolojide bu konuda sayısız araştırma var. Düzenli olarak şükrettiğimizde, beynimiz olumlu olanı daha kolay seçmeye başlıyor. Bu hem stresle baş etmede hem de depresyonun önlenmesinde etkili. Kur’an-ı Kerim’de de bu psikolojik ilkeyi destekleyen şu ayet dikkat çekicidir:

“Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artırırım.” (İbrahim Suresi, 7)

Şükür sadece bir teşekkür hali değil; hayatın içindeki güzellikleri fark edebilme kapasitesidir.

Üçüncü olarak da, dilimizin gücünü göz ardı etmemeliyiz. Kullandığımız kelimeler, zihinsel çerçevemizi belirler. Peygamber Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şu hadisi çok dikkat çekicidir:

“Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa ya hayır söylesin ya da sussun.”

(Buhârî, Edeb 31)

Bu hadis, aslında dilin insan psikolojisindeki rolüne dair çok derin bir mesaj içeriyor. Kendi kendimize söylediğimiz sözler bile ya iyileştirir ya da yaralar.

Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Olumlu düşünce bir beceridir ve zamanla gelişir. Birden mükemmel olmak gerekmiyor; ama her gün küçük bir farkındalık, küçük bir şükür ve bilinçli bir söz seçimiyle başlamak bile dönüşüm için güçlü bir adım olur. Zannediyorum şimdilik bu kadar yeterli olur. Daha detaylı bilgi için eğitimlere katılmak ilgili kitapları okumak yerinde olabilir.

Olumlu düşünme becerisini geliştirmek isteyenler için hem bilimsel hem de manevi boyutu destekleyen kitap önerilerim şu şekilde olabilir:

  1. “İyi Hissetmek” – David Burns
  2. “Mutluluk tuzağı” – Russ Harris
  3. “Pozitif Psikoloji: Mutluluk ve İyilik Halinin Bilimi” – Tal Ben-Shahar
  4. “İnsanın Üç Hâli: Zihin, Kalp ve Nefis” – Kemal Sayar
  5. “Sabır ve Şükür” – İmam Gazâlî (çeşitli sadeleştirilmiş versiyonlar mevcut)
  6. “Olumlu Düşünmenin Gücü” – Norman Vincent Peale

Hayatınıza giren herkes size bir şey öğretiyor mu sizce? En çok neyi, kimden öğrendiniz?

Kesinlikle evet. Gerçekten de hayatımıza giren herkes kısa ya da uzun süreli bize bir şey öğretiyor. Bazen bir bakışla, bazen bir cümleyle, bazen de hiç konuşmadan, sadece varlığıyla… Klinik psikolog olarak bunu çok daha derinden yaşıyorum.

Çünkü her insan bir ayna. Ve en duru aynayı da danışanlarım tutuyor bana. Onların kırılganlıklarının içindeki cesaretini, karanlıkla mücadelesini, umut arayışını gördükçe sadece mesleki değil, insani olarak da çok şey öğreniyorum. Ama sadece danışanlarım değil elbette…

Hayatın kendisi öğretici bir süreç. O kadar çok hocam oldu ki sadece okulda değil, hayatın bizzat içinde. Her biri farklı şekillerde bana şunu gösterdi: Öğrenmek aslında bir dönüşüm meselesi. Sadece bilgi toplamak değil, o bilginin sende karşılık bulması, seni dönüştürmesi…

Ve en çok da yaşadığım sıkıntılardan öğrendim diyebilirim. Çünkü insan en gerçek bilgiyi bazen acının içinden geçerken alıyor. Hani psikolojide “post-travmatik büyüme” diye bir kavram vardır ya … yani kişi zor bir deneyimden sonra daha derin bir anlam ve yön bulabilir. İşte bu, benim için sadece bir teoriden ibaret değil. Yaşadım, biliyorum. Acı, eğer bastırmazsan ve kaçmazsan, seni sendeki sana yani kendine yaklaştırıyor.

Dolayısıyla yüzeyde değil, derinde öğreniyorsun. Ama bütün bu öğrenmelerin merkezinde bir başka şey var ki… O da merhameti sonsuz olan cânım Rabbim. Beni her seferinde saran, bekleyen, sabırla çağıran o ilahi merhamet… Bazen kendime bile katlanamadığım zamanlarda, O bana sabır gösterdi. Ve işte orada en temel şeyi öğrendim: İnsan olmak; eksik olduğunu bilerek, ama buna rağmen sevilmeye açık kalabilmekmiş. Eksiksin ama değersiz değilsin …Kusurlusun ama sevilmeye layıksın…

O yüzden ben öğrenmeyi sadece kitaplardan, insanlardan, olaylardan ya da mesleğimden değil; Rabbimin sessiz ama derin öğretilerinden de aldım. Ve tüm bu deneyimler bana şunu söyledi: Öğrenmek sadece anlamak değil… yeniden ve yeniden insan kalabilmektir. Ve bu hayatın sınırlı bir zaman aralığında yaşandığının farkında olup ölümsüzmüş gibi hırsla etrafa saldırmamak…

İnsan olmak … insanca yaşamak …

Mesleğinizin zorluklarından biri de “duygusal yük taşıma” olabilir. Bu konuda nasıl bir denge kuruyor, kendinizi nasıl koruyorsunuz?

Çok güzel bir soru, bu soru en çok sorulan sorulardan biri. Soru için teşekkür ediyorum.

Şöyle ki, Klinik psikolog olarak, danışanlarımın iç dünyalarına derinlemesine eşlik etmek, yoğun bir duygusal yük taşıma sürecini de beraberinde getiriyor.

Malumunuz Klinik psikoloji, insan zihninin ve kalbinin en kırılgan alanlarına temas eden bir meslek. Dolayısıyla duygusal yük taşımak, işin doğasında var. Bu noktada kendi ruhsal sınırlarımı korumak her psikolog için büyük önem taşıyor.

Benim açımdan bu yük kutsal bir yük… ve bu yükü en zarif ve aynı zamanda güçlü bir şekilde taşıyabilmek için hem bilimsel hem de manevî kaynaklara yaslanarak bir denge kurmaya çalışıyorum.

Bilimsel perspektiften baktığımda, süpervizyon almak, mesleki sınır farkındalığı geliştirmek ve öz-şefkat temelli farkındalık gibi yaklaşımlar bu sürecin temel taşları. Özellikle Kristin Neff’in çalışmalarından ilham alarak öz-şefkati bir mesleki tutum hâline getirmeye çalışıyorum. Çünkü başkalarının acılarına eşlik ederken kendi iç dünyamla da şefkatle kalabilmek, tükenmeyi önlemenin anahtarı.

Bunun yanında, maneviyat da bana içsel bir denge sağlıyor. Zorlayıcı süreçlerde zaman zaman şu ayeti hatırlatırım kendime: “Allah bir nefse gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez.” (Bakara Suresi, 286). Bu ayet bana hem sınırlarıma saygı duymayı hem de yükleri kontrol etme çabası yerine hikmete alan açmayı öğretiyor.

Kısacası, bir insan olarak duygusal sınırlarımı belirlemek, kendime şefkatle yaklaşmak ve maneviyatla güçlenmek yoluyla, bu mesleğin getirdiği duygusal yükü taşıyorum. Bu bütüncül yaklaşım hem benim iyilik halimi korumamı hem de danışanlarıma daha sağlıklı bir şekilde destek olmamı mümkün kılıyor.

Psikolojik yardım almak isteyen ancak tereddüt eden bireylere nasıl yaklaşırdınız? Onları terapiye başlamak konusunda nasıl cesaretlendirirsiniz?

Bu soru aslında terapötik sürecin kalbine dokunuyor. Çünkü birçok insan yardım istemeye ihtiyaç duyarken, aynı anda bununla ilgili içsel bir direnç de hissediyor. Bu direnç; kimi zaman damgalanma korkusundan, kimi zaman “kendi başıma halletmeliyim” düşüncesinden, bazen de duygularını paylaşmaktan duyduğu çekinceden kaynaklanıyor.

Bilimsel çalışmalar bize gösteriyor ki, terapiye başvurmayı erteleyen en yaygın etkenler arasında toplumsal yargılar, psikolojik destek hakkındaki bilgi eksikliği ve kişinin kendine karşı duyduğu güvensizlik yer alıyor

Bu nedenle, terapiye dair bir adım atmak isteyen ama tereddüt eden biriyle ilk temasımda temel amacım şudur: Onun bu süreci bir “yardım isteme” değil, bir “kendini tanıma ve dönüştürme yolculuğu” olarak görmesini sağlamak.

İlk görüşmelerde güvene dayalı, şefkatli bir dinleme alanı oluştururum. Çünkü değişimi başlatan en güçlü unsur, kullanılan tekniklerden önce, kişinin kendini güvende hissettiği bir ilişki alanının kurulmasıdır. Klinik literatürde de vurgulandığı gibi, en iyileştirici faktörlerden biri terapist–danışan ilişkisindeki güven bağıdır.

Bununla birlikte, zaman zaman maneviyatın gücüne de başvururum. Çünkü kişinin içsel anlam arayışı, çoğu zaman terapiyle kesişir. Özellikle şu ayeti paylaşmak çoğu kişide içsel bir farkındalık uyandırıyor:

“Şüphesiz Allah, bir toplumu onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmez.” (Ra’d Suresi, 11)

Bu ayet, değişimin dışsal değil içsel bir iradeyle başladığını vurgular. Ben de danışanlarıma şöyle derim: “Terapi, kişinin kendine dönerek yeniden anlam üretmeye çalıştığı bir yolculuktur. Ve bu yolculuk, bir irade göstergesidir.”

Bazen şu metaforu kullanırım: “İnsan ruhu bir tohum gibidir. Karanlıkta kalmak ürkütücü olabilir; ama belki de o karanlık, filizlenmenin başladığı yerdir. Terapi, toprağın içindeki o yaşamı suyla buluşturmaktır.”

Terapiden korkan ya da çekinen bir kişiye doğrudan “gel, başla” demem. Ama ona hep şunu hatırlatırım: “Yardım istemek bir eksiklik değil; bir olgunluk göstergesidir. Kimi zaman en büyük güç, ‘yalnız olmak zorunda değilim’ diyebilmektir.”

Bu cesaret küçük bir adımla başlar. Ama o küçük adım, kişinin hayatında derin ve kalıcı değişimlerin ilk basamağı olabilir. Ne dersin… Gibi yaklaşımlar içinde bulunurum. Her şeye rağmen okumuyorsa bu beni rahatsız etmez. Zira şiddetle inandığım bir şey var; Ne oluyorsa en güzeli oluyor…

Eğitim veriyor musunuz, veriyorsanız ne tarz eğitimler veriyorsunuz? Katılmak isteyen Hüma okurları size nasıl ulaşabilir?

Evet, hem yurt içinde hem de yurt dışında eğitimlerimiz aktif olarak devam ediyor. Bilimsel temellere dayanan, aynı zamanda manevi boyutu da içeren bütüncül bir yaklaşımla eğitimler düzenliyoruz.

Güncel olarak sunduğumuz eğitim başlıkları şunlardır:

Psikolojik Dayanıklılık: Bilimsel araştırmalar ve manevi öğretilerle desteklenmiş bir program.

Yusuf Suresi Işığında Kendime Yolculuk: Kur’ân’dan ilhamla bireysel farkındalığı derinleştiren bir içsel keşif atölyesi.

Kur’an’dan Devalar: Psikoloji perspektifiyle ele alınmış manevi rehberlik çalışması.

İlahi Yasalar: Maneviyatı, nedensellik ilkesiyle buluşturan bir seminer dizisi.

Kendini Tanıma Atölyesi: Kişisel gelişim ve iç görüye dayalı uygulamalı çalışmalar.

Şükür Atölyesi: Teori ve pratikle şükrün dönüştürücü gücünü keşfetmeye yönelik bir yolculuk.

Bir Ayetin İzinde: Seçilen bir ayetin psikolojik ve manevi katmanlarını birlikte ele alan derinlemesine bir seminer.

Bu eğitimleri vererek insanın hem zihinsel hem de ruhsal bütünlüğünü önemseyen bir anlayışla, modern psikolojinin bulgularını kadim bilgelikle buluşturmayı istiyoruz. Eğitimlerimiz, bireylerin kendilerini tanımalarına, içsel güçlerini keşfetmelerine ve hayatlarında daha derin bir anlam bulmalarına katkı sağlamayı hedefliyor.

Eğitimlerimize katılmak isteyenler sosyal medya hesaplarımızdan, e-posta adresimizden ya da web sitemiz üzerinden bizimle iletişime geçebilirler. Tüm duyurularımızı bu kanallar aracılığıyla paylaşıyoruz.

Şu an bu röportajı okuyan biri kendini çok yorgun hissediyorsa, ona tek bir cümleyle ne söylersiniz?

“Yorgunluk, Rabbimizin ruhuna fısıldadığı bir çağrıdır; dur, kalbini dinle ve O’nun rahmetiyle yeniden diril.”

Bu röportajı okuyan biri sizi sadece bir cümlelik bir şey ile hatırlasın isterseniz, o cümle ne olurdu?

“İçinde fırtına kopanların gözlerine, ‘artık güvendesin’ diyen sıcak bir durak olmak istedim.”

Filistin denilince aklınıza gelen ilk kelime?

Özgürlük.

Kendinize sık sık hatırlattığınız ayet?

Birçok ayet var.

En çok İnşirah Suresi 6, Ali İmran 8. ayetler.

Size mutlu ve huzurlu anları hatırlatan koku?

Toprak kokusu (yağmur sonrası).

Bir çocuğun gözünden dünyayı görebilseydiniz, ilk neyi fark ederdiniz?

“Bir çocuğun gözünden bakınca, denemekten korkmamak dikkatimi çekerdi. Koşar, düşer, kalkar, tekrar koşar… Hata yapmak dünyanın sonu değildir. Belki de büyüyünce kaybettiğimiz şey tam da bu: cesaret.”

Yürümeyi sevdiğiniz bir güzergâh olsa neresi olurdu?

Medine yolları, Ravza.

İlginizi Çekebilir

İlginizi Çekebilir