Pazar, Mayıs 18, 2025

Emânât-ı Mukaddese

Nezaket Rumeysa Kösem

Paylaş

Türkçede “kudsiyyet” Arapça’da “temiz ve pak” manasında ”kuds” kelimesinden alınmıştır. Bununla beraber kutsallık atfedilmiş olan manasında, mukaddes kelimesiyle “kutsal emanetler” terimi tanımlanmış oldu. Bir şeyin kutsal olması, tesadüfi değildir. Buna göre bir nesnenin kutsal olabilmesi için, orada Allah Teâlâ’nın bir hükmünün ya da mucizesinin zuhur etmiş olması gerekir. Bu noktada bilinen en yaygın emanetler, Allah Teâlâ’nın yeryüzündeki elçileri olan peygamberlere aittir.

Her milletin kendine özgü değerlerinin yanı sıra aynı dini paylaşan diğer milletlerle birlikte ortak değerleri de vardır. Tüm topluluklar bu değerlere bağlılıklarını göstermek ve onları korumak adına, önemli adımlar atmışlardır. Bunların başında ise 623 yıl varlığını sürdürmüş Türk İslâm Devleti olan “Osmanlı İmparatorluğu” yer almaktadır. İslâm dininin kabul edilmesinden itibaren, Türk topluluklarında gerek yöneticiler gerekse halk, her dönemde Peygamberimiz Muhammed’e (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) olan sevgilerini ifade etmişlerdir. Bu bağlılık Türk devletleri içerisinde en uzun ömürlü olan Osmanlı Devleti için de geçerlidir. Hatta bu sevginin ve bağlılığın, Osmanlı Devleti’nde zirveye çıktığını söyleyebiliriz.

KUTSAL EMANETLER İSTANBUL’DA

Kutsallık atfedilen emanetler, Peygamberimiz Muhammed’e (Sallallahu Aaleyhi ve Sellem), sahabilerine ve bazı peygamberlere ait olduğuna inanılan, İslâm’da kutsal sayılan eşyalardır. İstanbul, İslâmiyet’in ilk döneminden hatıralar taşıyan, Peygamberimiz’e (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), ashab-ı kirâm ve Haremeyn’e ait “emânât-ı mübâreke” veya “emânât-ı mukaddese” adı verilen eşyaların, önemli bir kısmını bünyesinde barındırmaktadır.

İlk olarak Yavuz Sultan Selim’in, Mısır seferinden sonra (1517), kutsal emanetler İstanbul’a getirilmiştir. Altın sim işlemeli bohçalara sarılı, üzerlerinde “Hâzâ muhallefâtü Resûlillah” yazılı kutsal emanetleri yüzüne gözüne sürüp “Şefaat ya Resulallah” diyerek bizzat kendisi mühürlemiştir. Mekke’den gönderilenler, daha çok Haremeyn’e ait bazı eşyalarla birlikte, deniz yoluyla İstanbul’a göndermiştir. Daha sonraki dönemlere gelindiğinde yine Efendimiz’e (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ait bazı eşyalar Sultan I. Selim tarafından İstanbul’a getirildi. Emanetler arasında üzerinde aslan tasviri ve kûfi hatla “nasrun minallah” yazısı olan kırmızı renkli sancak-ı şerif başta olmak üzere, Peygamber’e (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve ashabına ait bir kısım eşya ile Kâbe anahtarları, Hacerü’l-esved mahfazası, altınoluk gibi emanetler yer almaktaydı.

HİCAZ DEMİRYOLU ve ABDULHAMİD HAN’IN HASSASİYETİ

Sultan II. Abdülhamid’e göre Batı’nın, parçalamak için planlar yaptığı Osmanlı Devleti’ni ve sömürgeleştirdiği İslâm topraklarını kurtaracak yegâne çare, tüm Müslümanların emperyalizme karşı hilafet sancağı ve İslâm birliği davası etrafında birleşmesiydi. Müminlerin Halifesi Abdülhamid Han’ın, İslâm birliğini ve halifeliği güçlendirmek maksadıyla attığı önemli adımlardan biri de “Hicaz Demiryolu Projesi” idi. İlk safhada Şam’dan Mekke’ye ulaşması planlanan hattın, ileride Akabe ve Cidde’ye bağlanması, hatta Yemen’e kadar uzatılması düşünülmüştü. Sultan Abdülhamid, demiryolu hattı vasıtasıyla Hindistan’daki 60 milyon Müslüman’ı etkileyecek; Afganistan ve İran’ı da Hilafet müessesesinin tesiri altına alabilecekti.

Bu proje maddi manevi büyük zorlukları da beraberinde getirmişti. Ancak demiryolunun bitirilmesi için tüm Müslümanlar seferber olmuş ve bağışta bulunmak için önemli adımlar atmışlardı. Demiryolu yapımı Medine’ye ulaştığı esnada, Sultan Abdülhamid’in verdiği talimat oldukça önemliydi. Peygamber’e (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hürmet, muhabbet ve bağlılıktaki hassasiyetini şu talimat ile bir kez daha göstermişti.

Mümkün olan aletlerin üzerine keçeler sarınız ki, fazla gürültü olmasın ve Ehl-i Beyt’in ve burada yatanların ruhları rahatsız olmasın!”

ÇÖL KAPLANI: FAHREDDİN PAŞA

Kutsal emanetlerden bahsederken, bu emanetlerin yegâne koruyucusu ve günümüze kadar devam etmesine olanak sağlamış bir lider olan Fahreddin Paşa’yı anmadan geçemeyiz. Bugün hala Topkapı Sarayı’nda o değerli eşyaları görebiliyorsak, bunu Fahreddin Paşa’ya borçluyuz.

Fahreddin Paşa 1916’da Osmanlı Hükûmeti’nin Hicaz’ı kısmen boşaltma kararı alması üzerine, herhangi bir yağmaya karşı, Mescid-i Nebevî’de bulunan otuz parçadan oluşan mukaddes emanetleri 2.000 askerin koruması altında demiryolu hattıyla İstanbul’a göndermiştir. VI. Mehmed 17 Kasım 1922’de İstanbul’dan ayrılırken, Zeki Bey’in hilafete ait mukaddes emanetlerin birlikte götürülmesi teklifini, bunların Türk milletine ecdadının armağanı olduğunu söyleyerek reddetmiş; Lozan görüşmelerinde de Fahreddin Paşa’nın getirttiği kutsal emanetlerin iadesi önerisi, Türk heyeti tarafından kabul edilmemiştir.

İlginizi Çekebilir

İlginizi Çekebilir