İnsanlık tarihi, aslında mücadelenin tarihidir. Açlıkla, savaşlarla, hastalıklarla, baskılarla, aşkla, hatta kendi içimizdeki karanlıkla verdiğimiz sayısız mücadelenin hikâyesidir. İşte bu yüzden edebiyat mücadele olmadan var olamaz. Çünkü edebiyatın temelini oluşturan şey “çatışma”dır; çatışma yoksa hikâye de yoktur. Her insan mutlaka sınanıyorsa, her dönem başka bir çatışmayı doğuruyorsa edebiyatın kalbinde bu sınavın sürekli yeniden üretilmesi kaçınılmazdır.
“Her ruh kendi acısının taşıyıcısı olarak bizatihi sanatkârdır…”
Edebiyatın en eski örneklerine baktığımızda bile bunu görürüz. Homeros’un İlyada’sında savaş meydanlarında yiğitlik mücadelesi vardır; Odysseia’da ise kahramanın eve dönüş yolculuğunda dış düşmanlarla ve kendi sabırsızlığıyla verdiği sınav. Bizim topraklarımızda Dede Korkut hikâyeleri, yalnızca kahramanlık değil, aynı zamanda toplumsal değerlerin korunması için verilen mücadeleleri yansıtır. Destanların ortak yanı, bireyin yalnız kendisi için değil, ait olduğu toplum için de savaşmasıdır. Destanlar ve masallarla ilgili yapılan çalışmalarda kahramanların benzer arketipte olduğu veya benzer yolculuk şemalarına sahip olduğu görülmüştür.
“Hani dediğim bey erenler
Dünya benim diyenler
Fâni dünya kime kaldı”
Toplumsal mücadele edebiyatın en güçlü damarlarından biridir. Milli Mücadele dönemi romanları, yalnızca bir savaşın değil, bir ulusun var olma hakkını savunmasının edebiyata yansımalarıdır. Nazım Hikmet’in şiirleri, bireyin emeğiyle toplumun ortak hayallerini birleştirir. Latife Tekin gibi kadın yazarların kaleminde ise mücadele, görünmez kılınan kimliklerin görünür olma çabasıyla var olur. Böylece edebiyat, yalnızca bireysel bir ifade değil, kolektif bir direniş alanı hâline gelir.
“Tutunmak, ayakta kalmak üzerine bir hayattı onlarınki, kaderlerinde avutmayan sözü dinlemek yoktu.”
Modern edebiyata geldiğimizde ise mücadele giderek bireyselleşir. Kafka’nın Dava’sında Josef K., anlam veremediği sistemle boğuşur. Onun mücadelesi, kaynağı belirsiz otorite karşısında insanın çaresizliğini anlatır. Orhan Kemal’in romanlarında işçilerin, Yaşar Kemal’de köylünün doğayla ve yoksullukla mücadelesi vardır. Oğuz Atay da Tutunamayanlar’da, bireyin kendi varoluşunu anlamlandırma savaşını ironik diliyle kaleme alır.
“Hayatım, ciddiye alınmasını istediğim bir oyundu.”
Öte yandan, en büyük mücadelelerin bazen insanın kendi içinde yaşandığını unutmamak gerekir. Dostoyevski’nin karakterleri vicdan ve inanç arasında kalır. Virginia Woolf’un kahramanları, zihnin karmaşasında kaybolur. Modern psikolojik romanların odağında da çoğu kez bu içsel çarpışmalar vardır. Okur bu mücadelelerde kendine dair izler bulur; hepimiz zaman zaman kendi benliğimizle savaşırız.
“Kendi kendime macera hayalleri kuruyor, kafamda uydurduğum bir hayatı yaşıyordum.”
Mücadele yalnızca edebi bir tema değil, aynı zamanda okurun edebiyatla kurduğu ilişkinin de merkezindedir. Bir eseri okumak, karakterlerin mücadelesine tanık olmak, bazen de onlarla birlikte direnmek demektir. Yazmak ise başlı başına bir mücadeledir; kelimelerle boğuşmak, suskunlukla savaşmak.
“İnsan, anlaşılmaz bir toplumda yalnız kalmış gibi görünüyordu.”
İnsan var oldukça, uğruna savaşacak bir şey mutlaka olacaktır: adalet, özgürlük, sevgi. Belki de edebiyat bu sayede hiç eskimez. Her çağ, kendi mücadelesini yeniden yazar.
“Ben burada, taş duvarlar arasında bile, geleceğe inanıyorum. Çünkü inanmazsam, yazmam da, yaşamam da imkânsız olurdu.
***
Yararlanılan Kaynaklar:
- Mecit Ömür Öztürk – Dervişin Teselli Koleksiyonu
- Salur Kazan’ın Yağmalandığı – Dede Korkut Hikayeleri
- Latife Tekin – Manves City
- Oğuz Atay – Tutunamayanlar
- Dostoyevski – Yeraltından Notlar
- Virginia Woolf – Kendine Ait Bir Oda
- Nazım Hikmet – Kemal Tahir’e Mapushaneden Mektuplar
