(Edebiyat Dergisi, Dönem:3, Sayı: 19, Eylül 1972/Mehmet Akif İnan)
Bir milletin kendi özelliklerini; telakkilerini, eşya ve hadiseler karşısındaki tutumunu, fikir ve his yanlarını, estetik anlayışını, tarih şuurunu, dünyaya ve insana bakışını bize ulaştıran belgeler, diğer sanat eserleriyle birlikte başta edebiyatıdır. Yine bir milletin tarih içerisinde gelişen ve biraz da değişen bu genel özelliklerinin safhalarına dair birçok vesika yine edebiyatın içindedir.
Edebiyatın işi, bir yandan kendinden öncekiler gibi milletin varlığından malzemesini devşirerek çatısını kurarken diğer yandan içinde bulunduğu çağ ile de ilgi kurmaktadır. Sanatçı bunları kendi kabiliyeti ölçüsünde sanatlaştırır. Sanatçının orijinalitesi bu noktada belirir. Bu orijinalite, kaynak ve beyan tarzı sınırlı olan bazı edebiyat telakkileri içinde bile her zaman beliregelmiştir. Nitekim statik olduğu sanılan Divan Edebiyatımızın, iyice dikkat edilirse görülecektir ki her devrinde kendine mahsus bir dinamizmi bir muhteva farklılığı vardır. Her çağında bu şiiri yenileyen büyük şairlere rastlıyoruz. Art arda geçirdiğimiz sosyal ve siyasal değişmeler ve bu değişmelere göre öz ve biçim alan Tanzimat sonrası edebiyatımız, Divan şiirine bir tepki olarak geliştikleri için bu yeni edebiyat anlayışına bağlı olan sanatçıların, eski edebiyatımız hakkındaki tarafsız olmayan kanaatlerinin bir türlü ciddi bir muhasebeye tabi tutulmaksızın kabul edilişi Divan şiirimiz hakkında, edebiyat çevrelerini ve bazı aydınları, doğru olmayan yorumlara götürmüştür.
Aslında, Divan şiirimiz de bütün malzemesini kendi kaynaklarından almıştır. Bu kaynakların ve biçimin, bir bakıma ortaklaşa Orta Doğu’ya ait olması asla özümüzü ve orijinalitemizi kaybettirmemiş; bir Klasik Türk Edebiyatını ölmeyecek şekilde var etmiştir. Divan şiirimizi, memleket realitesinden kopmuş zannettiren mücerret bir sanat olmasıdır. Yerli olan malzemesini büyük bir tecerrüt dehası ile vermiş olması, aslında onun en önemli ve değerli tarafıdır. Realiteyi olduğu gibi aksettirmek de elbette bir sanattır. Ama zor olanı, realiteyi insanın kendi iç âleminden geçirterek ona kendi sanat dehasına uygun bir öz kazandırmaktır. Divan şiiri bunu yapabilmiştir. Onu realiteden, milletten kopmuş görmek bu tezi, onun yanı başında gelişen Halk Edebiyatımızla izaha kalkışmak elbette doğru değildir. Divan şiirini belirli bir zümre tarafından sürdürülmüş, anlaşılmış bir şiir olarak görmek, yine edebiyatın ve üstün şiirin değişmez kaderini bilmemezlikten gelmektir. Çünkü üstün şiir her zaman için -kaynağı onlarla olmakla beraber- geniş halk kitlelerine gereği kadar mal olamamıştır. Bu dün de bu[1]gün de böyledir. İyice incelenince görülür ki Halk Şiirimizde, tıpkı Divan gibi aslında az çok aynı kaynaklara dayanır. Ne var ki Halk Şiirinin dili ve biçimi farklıdır. Öz ve şekilce külfetsizliği ve dil bakımından halka daha yakınlığı, kendisinin aydın olmayan çevrelerde daha çok tutunmasını sağlamıştır. Divan ve Halk şiirimizden gelişigüzel örnekler vererek her ikisinin de duygu ve düşünce bakımından birbirlerine ne kadar yakın olduklarını ve öncelikle Divan şiirimizin, genel yapısı bakımından malzemesini Milletimizden toplamış olduğunu -yine örneklerle göstermek mümkündür. Kısacası kabul edilmesi gerekli husus, eski Türk Edebiyatının, milli varlığımızın, realitemizin, özelliklerimizin dışında gelişmemiş olduğudur. Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminden başlayarak, yerli yerine oturmuş “Cihan Hâkimi” bir devlet durumuna gelişi, sonra duraklayışı, Lale Devri ve çöküntüler dönemine kadar değişen bütün sosyal hayatını, eski edebiyatımızı gözden geçirerek devre devre görebilmek mümkündür. Hep tekrarladığımız gibi kaynağını bizden, kendi sosyal hayatımızdan, bizim insanımızdan almamış olsaydı, bu edebiyat, bize yabancı olacağı gibi, büyük bir edebiyat olmak durumunu da kazanamayacaktı.
Birçok peşin fikirlere rağmen Divan şiirimizin milletinden kopuk bir şiir olmadığını söyledikten sonra, ya ona bir reaksiyonla gelişen, onu suçlayarak gelişen edebiyatımızın durumu nedir?
Tanzimat, sosyal ve siyasal çöküntümüzü anlamış olmanın tezahürü olarak, yeni bir aksiyon kazanmamız için Batıya yönelmeyi kaçınılmaz bir şart görmüş siyasal ve sosyal alanda bünyemizi Batıya göre düzenlemeye koyulma hareketidir. Bu hareketin, millî varlığımızı, memleket gerçeklerini, özelliklerimizi göz önünde tutan bir derin entelektüel ekip tarafından ayarlanmamış olması, millî çöküntümüzün önüne geçemediği gibi, aynı zamanda kendi millî yapımıza da aykırı düştüğünden, sosyal bünyemiz üzerinde nasıl yıkıcı bir rol oynadığı bugün daha iyi anlaşılmış bulunmaktadır. Tanzimat, yalnız siyasî bir hareket olarak kalmamış, aynı zamanda fikir ve sanat alanlarında da kendini göstermiştir. Zaten bütün sosyal ve siyasal hayatımızla ilgili olagelen edebiyatımızın Tanzimat’a karşı ilgisiz kalacağı düşünülemezdi. Böylece Tanzimat bizde, heyecanlı ve kabiliyetli bir ekip bulmakta gecikmedi. Bundan böyle Edebiyatımız, kendinden önceki edebiyat anlayışından farklı olarak aktif politikanın içinde bulunacaktır.
Başlayış bu başlayıştır. Edebiyat artık Batıyı örnek alacak, özde ve şekilde Batılılaşma gayretini arttırdıkça yerli olmaktan uzaklaşacaktır. Bu Edebiyat, eğer gerçekten önemli olan Fransız Edebiyatını tanırken kendi kaynaklarımızdan yararlanmayı hedef tanısaydı, ortaya belki daha büyük eserler koyabilirdi. Bir milletin, hem de gerçekten büyük bir kül[1]türe sahip olan bir milletin, başka bir millete göre kültürünü, sanatını, şekillendirmeye kalkışması, kendisini ne hâle getirirse edebi[1]yatımız da işte o duruma getirilmiştir. Bu Edebiyat, bir bakıma eskiye göre farklılıklar taşıması, propaganda imkânlarının bulunması, gâh hükümet programı ile bir paralellik, fakat yine de daha çok bir türlü tam manasıyla değişmemiş olan resmi tutumla çatışması gibi psikolojik sebeple, geniş bir ilgi yani meraklı halkası buldu. Bu kendi öz kaynaklarımızdan uzaklaşmanın edebiyatı, bunun aktüalitesi, kabiliyeti bakımından kendilerinden belki de daha önde bulunan eski edebiyata bağlı olan bir başka sanatçı ekibin, seslerini gereği gibi duyurtmamıştır. Tanzimat Edebiyatının üzerinde gelişen daha sonraki devreler, Servet-i Fünun ve Fecr-i Âti, yer yer onun getirdiklerini çok daha müfrit olarak ileri götürdü; şekil daha çok Batılılaştı, öz daha çok melezleşti, dil daha çok ağırlaştı. Politikamızsa daha çok bozuluyor, aydınımızla birlikte halkımızın tereddüt ve düzene intibaksızlığı gittikçe çoğalıyordu.
Bu büyük buhrandan siyasî manada kurtulma gibi görünen devrede, ondan biraz daha önce gelişmeye başlamış bulunan Milli Edebiyat, kendimize, özelliklerimize dönme gereğini edebiyatlaştırma çabasının adıdır. Ne var ki ondaki bu iyi niyet, yine derin bir milli muhasebeye bağlı olarak, bunu ideoloji çapında örgütleştirme gücü taşımadığından; onu derin bir millî tefekküre, yerli bir metafiziğe kavuşturma sancısı taşıyamadığından, bir dağ bayır, çayır, çimen, nehir deniz, göl, köylü çoban tekerlemelerini aşamamış, büyüyememiş, kısa devreli iki edebiyat nesli dışında, geniş bir muhit kurup onu önemli edebiyat kanunlarına bağlamanın talihine kavuşamamıştır.
Bunu yapamadığı gibi devirler boyu yapılagelen inkılapların karşısında apışan bir topluluğun, bir türlü bu inkılaplarla sosyal problemlerimizin çözülemeyişinin davacısı olarak ortaya çıkan, bil[1]hassa geçirilen Dünya Savaşının da sonuçlarından bir vakıa ve aktüalite olarak faydalanan, bir başka dünya görüşüne bağlı olan edebiyat ekibinin gelişmesine de bilmeyerek imkân hazırlamıştır. Millî değerlere karşı çıkışın edebiyatını kurmaya çalışan bu solcu ekip elde kala kala bir Anadolu kalan memleketimizin ve insanımızın asırlarca ihmal edilişinin, ona şiirler dizilen Anadolu’nun ve insanının hiç de iç açıcı bir durum da bulunmadığının tezini ortaya attı. Bu nesil, bütün alışılagelmişlerin dışına fırladığı, bir anarşi edebiyatı var etmeyi meslek bildiği gibi bize çok daha aykırı bir Devlet düzenine bağlı olarak insan, eşya ve hadiseleri çok iptidai manada olsa bile yorumlamaya başlamış, bu düşüncelerini çok daha ileri götüren kendilerine bağlı bir neslin gelişmesinde rol oynamıştır. İşte bilhassa bu nesildir ki şiirimizi edebiyat tarihinde karşılaşılması mümkün olmayan bir çıkmaza sürüklemiş, bağlı olduğu ideoloji adına bütün değerlerimiz tepetaklak etmiştir. Memleket realitesi, onda bir başka biçimde, inadına ters ve bayağı olarak yorum bulmuştur. Bu bir anarşi hareketidir: Fikirde, sanatta, ideolojide anarşi, köycülükte, şehircilikte, ekonomi ve politikada anarşi. Bunun edebiyatın kurma çabası, hikâye, roman, şiir, tiyatro ile bunu gerçekleştirmenin gayreti âdeta, edebiyatı bazı aydınlarca bunun dışında görmenin imkânsız olduğu fikrine götürmüş gibidir. Bu arada dil de getirilmiş bir uçurumun kenarına bırakılmıştır. Bu çabalarla hiç bu kadar gayrimilli bir duruma düşürülmemiş: Halk gerçeğinden bu kadar uzaklaştırılmamış olan edebiyat, sırf bu ikiliğin hareketi ile büyük aydın kitlesi tarafından terkedilmiş, memlekette edebiyatı sever, edebiyat okuyucusu nesli ortalardan uzaklaşmıştır. Edebiyatımızın propaganda imkânları olmadığı zamanlarımızda bile aydın çoğunluk tarafından aranan, istenen elle çoğaltılarak okunan edebiyat muhitini düşünürsek onu bu derece itibardan düşürmenin ne büyük trajedi arz ettiğini daha iyi anlarız.