İdareci, akademisyen, hattat ve bilmediğimiz pek çok yönü olan Hilal hocam, sizi sizden dinlersek kendinizi nasıl tanımlarsınız?
Kendimi anlatmayı pek sevmem. Hayatımızı bir şekilde yaşıyoruz. Bizler için önemli olan karşı tarafa nasıl bir fotoğraf verdiğimizdir. İnsan, “Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.” tabirindeki gibi kim olduğunu gerek çalışmalarıyla gerek yetiştirdiği talebeleriyle gerekse eserleriyle ve katıldığı toplantılarla belli eder.
Sizler gibi bir ailede büyüdüm, eğitim aldım. Eğitimimi alırken bazı şeyleri neden yaptığımın, o eğitimleri neden aldığımın farkında değildim. Sonraları zamanı geldiğinde yaptıklarımın hepsi bir destek olarak karşıma çıktılar. Böyle olunca da iyi ki yapmışım dedim. Mesela, lisans eğitimindeyken Kartal’da oturuyordum. Edebiyat Fakültesi de Laleli’deydi. Sabah Fakülte’ye derse gidiyor akşam eve dönüyordum. Bir aile büyüğümüze söz verdiğimiz için de akşamları ona Arapça dersine gidiyordum. Dört yıllık eğitim hayatım bu şekilde devam etti. Hiçbir şekilde aksatmadım. Bunun karşılığında da köklü bir Arapça’ya sahip oldum. Bugün Fakülte’de Arapça konuştuğum zaman hocalara “Ben Molla Camii’yi bitirdim.” dediğimde şaşırıyorlar. “Celaleyn Tefsiri’ni okudum.” deyince de hayretlerine mucip oluyor. O zamanlar sadece söz vermenin gereği olarak Arapça öğreniyordum. Zamanla zevk almaya ve hocalığını yapmaya başladım.
Sorularımıza Hüsn-ü Hat ile devam edecek olursak İslâm Sanatlarının pek çok alanı mevcut, onlardan herhangi birinde mâhir olabilecekken niçin Hüsn-ü Hat’ı tercih ettiniz? Hüsn-ü Hat sanatıyla tanışma hikâyenizi sizden dinleyebilir miyiz?
Hüsn-ü Hat ile tanışma hikâyem enteresandır. Dediğim gibi üniversiteye gittiğim zamanlar birkaç şeyle meşguldüm. Osmanlıca okumayı yazmayı da öğreniyordum. Bu ikinci sınıfa geçebilmem için bir barajdı. Osmanlıcayı öğrenmeden ikinci sınıfa geçilmiyordu. Bir taraftan da Arapça yazıyorum. Bir aile büyüğümüz yazımı görüp “Senin yazın ne kadar güzel, senden çok iyi hattat olur.” dedi. Tabii ben o zamana kadar hat nedir, hattat nedir duymamışım, bilmiyorum. Babam (Allah rahmet eylesin) bir dönem bir dergiden hediye olarak verilen Kazaskerin hilyesini çerçeveleyip evimize asmıştı. Yani duvarımızda bir hat levhası vardı ama ben hiçbir şeyden haberdar değildim.
O zamanlar birisi bir şey söylediğinde onu emir telakki ederdim ve merakla araştırmaya başlardım. Fakülte’de Ali Alpaslan Hocam (Allah rahmet eylesin) rika, talik dersleri veriyordu. Mütedeyyin bir aileden geldiğim için babam erkek hocadan ders almama izin vermedi. Şimdi burada bir tenakuz var gibi. Babama “Üniversitede aynı hocadan ders alıyorum.” dedim. “Hayır, o özel bir ders olacak. Üniversitede genel ders alıyorsun. Kadın hoca bulursan al.” dedi. Ben de araştırmaya başladım, tanıdıklara sordum. Liseden bir arkadaşımın Müşerref Çelebi Hoca ile babası tarafından akraba olduğunu öğrendim. Hocayı aradılar, hoca da beni kabul etti. İlk olarak onunla başladım.
Hat sanatına başladığım zamanlarda Hattat Hamit Bey 80 küsur yaşındaydı. Herkeste şöyle bir kanı vardı: Hamit Bey büyük bir hattat, o vefat edince hat sanatı bitecek, tarihe karışacak, başka da büyük bir hattat yok. O hâlde ben de hat sanatının kültürünü nasıl yazıldığını, mürekkebi nedir vb. gibi bilgileri öğrenip benden sonraki nesillere aktarayım dedim. Bu şekilde başlamış oldum. Hat sanatına başlamamın beni buralara getireceğini hiç düşünmezdim.
Müşerref Hanım çok feyizli, aşklı birisiydi. Onun hat sanatına olan muhabbeti bana da geçti. Ondan aldığım feyizle bu noktaya geldim. Bir süre sonra yaşlanınca size bir icazet hazırlayalım dedi. Evde kendi hâlinde bir hayat yaşadığı için elinde sabit bir yazı karakteri oluşmuştu ve daha fazla ilerleyemiyorduk. Fakat nasıl ki doktorlar bir literatürü takip eder ve yeni gelişmelerden haberdar olursa aynı şekilde bu sanatta da yeni gelişmeleri takip etmek lazımdı. Bunun neticesinde bir arayışa girdim. Hasan Çelebi ile başlayacağımı ilk başta Müşerref Hocama, onu üzmemek adına söylemedim.
Aradan epey bir zaman geçmişti. Babam bendeki azmi görünce -belki yaşım da biraz ilerlediği için- erkek hocaya razı olmuştu. Yine bir tanıdık vasıtasıyla Hasan Çelebi’ye ulaştım, o da “Buyursun.” deyince, 94 senesi 1 Mayıs Cumartesi günü defterlerimle yanına gittim. Hasan Hocamız, “Buyurun, neler yapıyorsunuz.” dedi. Ben tabii hevesle defterlerimi gösterdim. “Bu yazıyı tamamlamak, neticelendirmek istiyorum.” dedim. İyice baktı, “İyi tamam, bir şeyler yazmışsın ama bunlara hat demiyoruz. İki tane yol var. Ben size Elif yazacağım, Elif’ten yeniden öğrenmeye başlayacaksınız ya da başla[1]ayacaksınız. Tabii bu size kolay gelmez.” dedi. Hakikaten de öyle. Müthiş hevesle yıllarınızı verdiniz ve bir yere geldiğinizi düşünüyorsunuz, hâl böyleyken elde var sıfır gibi oldu. Ne yapalım, yapacak bir şey yok. Tekrar sıfırdan başlayacağım. Böylece Hasan Hoca ile çalışmalarımıza başladık. 2000 yılında Hasan Çelebi’den icazet alan ikinci hanım hattat olmuştum.
Akademi şu anda hattatlık yapmamı engelliyor. Dolayısıyla kendimi çok fazla hattat olarak dillendiremiyorum. Ama Elhamdülillah, zayıf halka olmadım. İki öğrencime icazet verdim. Üzerimdeki mesuliyet bir yerde gitmiş oldu. Hocanın şeceresinde Hilal Kazan’ın altında iki kişi var. Hocamdan aldım, bir sonraki nesle aktardım.
Hat sanatında icazet müessesesinin önemi nedir? Günümüzde bu kurallar ne kadar titizlikle uygulanıyor?
İcazet geleneği, son dönemlerde ortaya çıkmış bir şey değil, oldukça eskidir. Bir diploma mesabesindedir. İcazet almış olmanız, Geleneksel Hat eğitimini tamamlamış olduğunuzun bir işaretidir. Tabii ki “Tamam, hattat oldunuz.” anlamına da gelmiyor. Nasıl ki hekim olduktan sonra İntern olduğunuz zaman bu bir şey ifade etmiyor ve ilerledikçe tecrübe kazanıyorsunuz. Hat sanatı da böyle. İcazet alınca kapılar açılıyor ve bahçeye giriyorsunuz. Sonrasında bahçenizi âbad edeceksiniz, eserler vereceksiniz.
Hat sanatındaki icazet gerçekten ciddi bir müessesedir. Çok uğraştığım, ciddi manada zorlandığım zamanlar oldu. Hocamız, “Sen bunu yapamıyorsun, burada yeteri kadar oyalandın, hadi geç.” demedi. Taviz vermek yoktu. Bir üste geçmek için onu mutlaka başarmanız gerekiyordu. Öğrencilerin bir nebze de olsa harfleri benzetmesi lazım ki üst derse geçiresiniz. Yeni nesil öğrenciler üç beş kere yazıyor, elleri istediğiniz kıvama gelmeyince “Sıkıldım bunu yazmaktan.” diyor.
Bu iş usta-çırak ilişkisi üzerinden ilerler. Şimdi kurslar vs. de arttı. Onlarda bir diploma hastalığı oldu. Diploma alan arkadaşlar kimi zaman kopya ile işlerini götürürler. Bazı şeylerin çok fazla yayılması o şeyin önemine halel getiriyor. Her yerde hat yazıları var, eşarplarda, elbiselerde. Neredeyse yakında sabunluklara bile yazacaklar. Bunlar işi tamamen basite indirgiyor. Kendimizi ne kadar doğru yolda tutmaya çalışırsak o derece muvaffak oluruz, inşallah.
Hüsn-ü Hat ile meşgul olmak isteyen bir tâlibin özellikleri neler olmalı?
Hattın önemli iki unsuru vardır: Sabır, sebat ve çok yazmak. Bol miktarda yazacaksınız, elinizi alıştıracaksınız. Şimdi öğrenciler derse gelmeden hemen önce yazıyorlar. Tabii bu ilerlemelerine engel oluyor. Bu yolda çok sabrınız denenir, yılgınlığa düşersiniz, hâlet-i rûhiyeniz sıkılır, daralır, bunalırsınız. Ama bunların kazanımları mutlaka olur.
Hiçbir zaman başarmak için kişi yetenekli olacak tabiri kullanılmaz. Hasan Hocamız yetenekli talebeyi sevmez. Hatta der ki “O yeteneğine güvenir fazla çalışıp yazıyı meşk etmez.” Hocanın tabiriyle “Yarın öbür gün eli azar.” Yani ölçüyü kaçırır, serbest yazmaya başlar, harflerin anatomisini bozar. Bu durumunda istisnaları elbette vardır. Ama yetenekli olmayan bir insan o harfi doğru çıkaracağım diye sabırla, sebatla uğraşır. Dolayısıyla daha çok meşk eder ve doğrusunu öğrenir. Ne kadar ters orantılı bir şey değil mi?
Gelenekli sanatların hepsinde hoca talebe ilişkisinin bir anlamı vardır. Günümüz modern insanın bunu anlaması oldukça zor. Bize bunu açıklayabilir misiniz?
Hasan Hoca ile olan hoca-talebe ilişkimin 27. senesi dolmak üzere. Son anımıza kadar hocam ile olan muhabbetimin, birlikteliğimin devam etmesini isterim. “Aşk olmadan meşk olmaz.” tabiri vardır. Kendinizi kapatmadıysanız hocanızın feyzinden, işine olan bağlılığından, muhabbetinden sizde istifade ediyorsunuz. Âdeta yola, kendinizi hoca ile hemdem etmek üzere çıkıyorsunuz. Herhangi bir kitaptan harfleri görerek yazmıyorsunuz. Hocanızın yazdığı harfler önünüzde iken yazıyı yazıyorsunuz, bir nevi hocayı taklit ediyorsunuz. Hocanın eline dikkat ediyorsunuz. Nasıl kalemi tutuyor, çeviriyor, eğimi nedir, açısı nedir vs.
Hasan Hoca ders halkasında ders vermez. Bir dükkânı vardır, oraya gelen öğrencilerle geliş sırasına göre ilgilenir. Sıranızı beklerken hocanın sohbetinden istifade edersiniz, diğer insanlara karşı tavırlarına, hareket ve davranışlarına muhatap olursunuz. Bunlar size de tesir eder. Bakarsınız ki hoca çok sabırlı, tuhaf yazıları bile düzeltiyor, anlatıyor, izah ediyor. Sabah 10’da geliyorsa 3’e 4’e kadar masa başında eğilmiş vaziyette talebelerin derslerine bakıyor. Hiçbir zaman sitem etmiyor ve bu yaptıklarından hiçbir maddî geliri yok. Bütün bunların zannımca öğrenciye tesir ediyor. Hani “Üzüm üzüme baka baka kararır.” tabiri var ya bunu müspet manada düşünün. Hocanızın huyundan, hâl, hareket ve tavırlarından kapmaya, onun ahlâkını kendinize örnek almaya başlıyorsunuz.
Ben bu açıdan çok şanslıyım. Hocam insan ilişkilerinde; çok nazik, hassas, hiçbir kötü söz söylemeyen, kimseye bağırıp çağırmayan, kovmayan biridir. Kendisini peygamber ahlâkıyla ahlâklanmaya adamış bir kişi olarak düşünebilirsiniz. Hani dedim ya karşı tarafa nasıl bir fotoğraf verdiğiniz önemlidir. Hocayı gördüğünüz zaman ayağa kalkma isteği duyarsınız. Hoca boynu bükük gelir, yanınıza oturur. Bu herkese böyle tesir etmeyebilir tabii. Mesela, toprağı sularsınız bazı toprak suyu çok çabuk çeker bazısının da yüzeyinde kalır, derine nüfuz etmez. Hoca talebe ilişkisi de bu mesabededir. Eğer antenleriniz açıksa bir şeyler öğrenmek maksadı ile gitmişseniz alırsınız.
Hat eğitimi konusunda ne gibi eksiklikler görüyorsunuz? Eğitimin hangi aşamalarında hat sanatına yer verilmelidir? Belli bir yaşı, eğitim seviyesi vs. var mıdır?
Sanat eğitiminde eğitim seviyesi, yaş vs. çok önemli değildir. Ancak muhakkak bir meraktan doğmalıdır. Mesela, hocamın çocukluğundan itibaren kaleme ve kâğıda müthiş bir merakı varmış. Köylerinde bir terzi, yaldızlı sigara kâğıtları biriktirir, her bir kâğıt için hocadan bir sure ezberlemesini istermiş. Hoca da sureleri ezberleyip o terziden bir sürü kâğıt edinmiş. Yine kalem bulamayınca hayvan otlatırken bulduğu kurşunları eritmiş, dökmüş, kendine onlardan kalem yapmış. Yani işin özü bir şey öğrenecekseniz, içinizde yetenek varsa ister köyde olun ister ormanda fark etmez. Cenâb-ı Hak ilham veriyor.
Günümüz Türkiye’sinde bir insan sanat öğrendiğinin şuurunda olmalı. Mesela, arkadaşların çoğu Arapça bilmiyor. Bir levha olduğu zaman levhayı okuyamıyor ama yazıyorlar. Yazıyı öğrenirken bu sanatın gerektirdiklerini öğrenmek, bir nebze Arapça bilmek yanlış yapmanızı azaltır.
Akademisyen olmaya nasıl karar verdiniz?
Bu hiç hayalini kurmadığım bir şeydi. 83 senesinde başörtüsü sebebiyle kaçarak mezun oldum. 13 sene ne üniversitenin kapısından geçtim ne de içine girdim. Mezuniyet belgemi dahi erkek kardeşim almıştı. Benden bir gün önce sınava giren arkadaş mahkemeye verilmişti. Ben polislerin arkasından kaçmıştım. Hocama gittim ve sözlü sınav ile mezun oldum. Böyle tuhaf bir şekilde mezun olduğum için daha üst bir eğitimi düşünecek hâlim de talebim de yoktu.
Hasan Hoca’dan ders alırken, Fatih Camii’nde Hüseyin Kutlu, Mehmet Özçay gibi bazı arkadaşların icazet törenleri yapılmıştı. Bizlere de davetiye gelmişti. İcazet alanları tanımak için okurken baktık ki hepsi master yapmış. Bu bir sanat ve belli bir akademik çalışma yapmak gerekiyor diyerek icazet almak için akademik çalışma yapmam gerektiğini düşünüyordum. Bir gün hoca dersime bakarken “Hocam benim üniversite diplomam var.” dedim. Hani bana ne dersiniz gibi. “Aaa o zaman hemen Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne yazılın.” dedi. Hüsrev Subaşı’ndan bahsetti. Beni organize etti. Sonrasında sınav olacak tabii ben ne yapılacağını hiç bilmiyorum. Hüsrev Bey ile görüştük, tavsiyeler verdi. Ne sorarlar diye bir arkadaşla konuştuk. Bibliyografya sorarlar, dedi. Sınavda Osmanlıca metin verdiler. Osmanlıca metinlerini rahat okumak avantajım oldu. Bibliyografyadan da bir şeyler yazdım. Sınavdan bir daha ki seneye daha iyi çalışırım düşüncesi ile çıkmıştım meğer en iyi kâğıdı ben vermişim.
Bunun akabinde tezimi bitirdiğim zaman Hüsrev Bey bana, “Doktora mülakatında seni karşımda göreceğim.” dedi. Hasan Hoca da 2000 yılında Eylül’de “Baharda icazet töreni olacak, hazırlan.” dedi. 2000 senesinde tuhaf bir yaz geçirdim. Önce dil imtihanına girdim, başörtüsü yasakları olduğu için dil imtihanında da bir arkadaşımın oğlu beni kapıdan geçirdi. Beni annesi zannetmişler. Hiç bakmadılar. Kader ağlarını örünce siz farkında olmadan bir yerlere geliyorsunuz. Takdirde varsa önünüze kapılar açılıyor. Kendimi doktora yaparken buldum sonra da bir baktım üniversitede hoca olmuşum. Hiç hayalini kurmadığım rüyasını görmediğim bir şeydi.
28 Şubat sürecinde ne tür zorluklarla karşılaşmıştınız?
Biz aslında depremin hafif tarafını gördük. 96’da Marmara İlahiyat’ta doktora eğitimindeyken başörtülü içeri alınmıyorduk. Bir hocamız Marmara’nın dekanıydı. Aynı zamanda Araştırma Yöntemleri dersimize giriyordu. Bir gün beni İSAM’da gördü. Tam bankonun önünde bana dedi ki “Niye derse gelmiyorsun?”, “Gelemem hocam, şartlar malum.” dedim. “Ötekiler nasıl geliyorsa sen de öyle geleceksin.” dedi. “20 yaşında yapmadığım bir şeyi bu yaşımda yapamam.” dedim. Aradan 13 sene geçmişti.
Daha sonra Ankara’da Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde dil imtihanına gireceğim. Bir arkadaş demişti ki içeriye başörtü ile alıyorlar, sınav salonuna sokmuyorlar. Tevafuk ya o sınavda salon memurlarının hepsi kadındı. Ben şapka ve atkı ile gittim ama beni gören kimse olmamıştı. Aynı yerde başka bir salonda dil imtihanına giren arkadaşımızı içeri almamışlardı.
Hiçbir şekilde o süreçte başımı açmadım. 2007’de doktora mı bitirdiğim hâlde neden akademiye bu kadar geç intisap ettim? O zaman KPDS ve YDS sınavlarına başörtüsüz fotoğraflar veriliyordu. Bunlara hiç tevessül etmedim. İlla akademisyen olacağım diye bir çabam da yoktu. Yasaklar kalkmaya başlayınca dil imtihanlarına girdim. Doçentliğimi aldım. Sonra İstanbul Üniversitesi’nden teklif geldi. Ben hiçbir yere müracaat etmedim. Belki de bu kadar beklemenin mükâfatı da olmuş olabilir. Bu sabrı da hat sanatına borçluyuz galiba. Sabrı, hat sanatı sayesinde öğrendik.
Türkiye’de hanım akademisyen olmanın zorlukları var mı?
Bazı şeylerin çok büyütüldü[1]ğünü düşünüyorum. Bu birincisi. İkincisi: Akademisyen olma amacınız ne? Eğer hizmetse bunun gayet tabii zorlukları olacak. Yani akademisyen olmanız, kadın olmanız, posta memuru olmanız hiçbir şey ifade etmiyor. Önemli olan yapmakta olduğunuz işi doğru, dürüst, hakkıyla yerine getirmek ve karşılaştığınız problemleri de hayatın bir realitesi olarak kabul etmek. Nazla niyazla bu işi yapanları, küçük meseleleri büyütenleri veya en ufak bir şeyi problem yapanları doğru bulmuyorum. Bir işe girdiyseniz o işi severek yapacaksınız. Ben işimi severek yapıyorum ve hiçbir şikâyetim de yok. Mesela, çalışma ortamınızda birtakım zorluklarla karşılaşıyorsunuz ama profesyonel olmanız ve kendinize şu soruyu sormanız lazım: “Ben bu işi neden yapıyorum?” Amacınız öğrenci yetiştirmekse kişilere takılmayacaksınız. Mutlaka kişiler sizinle uğraşacaktır ama onları göz ardı edeceksiniz, dikkate almayacaksınız. “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol. Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.” hayat düsturumuzun bu olması lazım. El bebek gül bebek bu işler olmaz.
Sanat sizin hayatınızda hangi konumda? Bugünün gençleri sanatla hemhâl olmalı mı yani bu bir gereklilik ya da ihtiyaç mı?
Günümüz gençliğinin tek tip olarak yetiştiğini düşünüyorum. Çok yönlü olarak yetişmiyoruz. Hayat sadece okul eğitimi ve sınavlardan ibaret. Başka hiçbir şey yok. Böyle olunca insanlar sıkılıp bunalıyor. İnsanın kendini deşarj edeceği birtakım hobilerinin olması gerekiyor. Bu örgü örmek de olabilir, kanaviçe işlemek de olabilir. Bunun illa bir sanat olması gerekli, herkes sanatçı olacak diye bir kayıt yok. Bir hobiniz olmalı. Yazmayı seviyorsanız yazarsınız, okumayı seviyorsanız okursunuz ama okuduklarınızdan da birtakım çıkarımlar yapmanız lazım. Şimdi yeni nesle bakıyorum. Bir üniversiteye giriyorlar, ondan tatmin olmuyorlar. Açıköğretim’e giriyorlar. O bittikten sonra AUZEF’ten bir başka üniversiteye başlıyorlar. Ondan sonra bir başkasına başlıyorlar.
Mesela, İngilizce öğrenmek istiyor ama dil kursları pahalı. Sınava giriyor, hazırlığı olan bir bölüm kazanıyor. Hazırlık sınıfında bir sene okuyor sonra okulu bırakıyor. Bunu bencilce buluyorum. Örgün eğitime girip tamamlamadığınız zaman bir başka öğrencinin hakkını gasp etmiş oluyorsunuz. Bir yıl için sınava girip yer işgal ettiğinizde bir başka kişinin dışarda gözyaşlarıyla kazanamamasına sebep oluyorsunuz. Üniversite okuduktan sonra kendinize uygun bir başka alanda yüksek lisans yapabilirsiniz. Ama mutlaka bir hobinin şart olduğunu düşünüyorum.
Hat yazarken insan rahatlıyor. O harflerle uğraşmak zihninizi boşaltıyor. Eski insanlar dinlenmek için meşgale değiştirirlermiş. Sanat da bu şekildedir. Bir de şimdi yeni çıkan kum sanatını vesair, sanat olarak kabul etmiyorum. Çünkü sanat emek ister, creative olmayı öğretir, bir yeteneğinizi geliştirir.
Tamamlamak istediğiniz veya gerçekleştirmeyi hayal ettiğiniz bir projeniz var mı?
Kitap projelerim var. Üç tane kitabım var. Bu üç kitabımın da yeniden revize edilmesi lazım. İki tanesinin on senesi doldu. Mesela “Kadın Hattatlar” kitabımda, Cumhuriyet dönemi yeni jenerasyon kadın hattatlarını da almıştım. Şimdi tarihteki hanımları daha fazla biriktiriyorum. Yeni nesil hattatları bırakıp tarihteki müstensihler olarak toparlayacağım. Bir de iki tane yazmak istediğim kitap var: Hayatımdaki iki çelebi. Birisi Müşerref Çelebi, diğeri Hasan Çelebi.
Özellikle profesörlük durumundan sonra tekrar hat yazmaya başlamak istiyorum. İnşallah, o günler de gelir. Çünkü iki iş aynı anda gitmiyor. İkisi de ayrı ayrı vakit ayırmayı gerektiren alanlar. Zihniniz bir başka tarafta olurken ruhunuz bu tarafa adapte olamıyor.
Hayaller konusunda gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?
Hayallerinizi karakter eğilimlerinize göre belirleyebilirsiniz. Bazı psikolojik testler oluyor. Onlar size hangi tarafa meyilli olduğunuzun sonucunu verebiliyor. Biz lise ikinci sınıftayken psikoloji hocamız bize kitaplar getirmişti. İçerisinde 360 kadar soru vardı. Neye göre o soruları işaretledik hatırlamıyorum. Sonra sonuçlarını getirdi. Benim test sonucumda eğilimimin olduğu alanlar “Sanat ve Edebiyat” çıkmıştı. Sonradan baktım ki hem edebiyat eğitimi aldım hem sanatla uğraştım. Bir de en önemlisi, insanın merakının peşinden koşması. Arapça hocam bana “İlmin anahtarı sormak.” demişti. Hasan Hocam da beni bir gazete röportajında “Bir talebem vardı, bana devamlı soru sorardı.” diye tanımlıyor.
Ramazan ayı denilince aklımıza gelenlerden biri de kültür-sanat etkinliği kapsamında düzenlenen programlar oluyor. Sizce Ramazan ve sanat arasında nasıl bir ilişki vardır?
Ramazan bir ibadet ayıdır. Mümkün mertebe insanlar Kur’an-ı Kerim’le meşgul olmalı. Onun feyzini idrak etmeye, kılınan teravih namazları ile Ramazan-ı Şerif’i ihya etmeye çalışmak gerekiyor. Tabii git gide çalışma hayatının içerisine denk geldiği için bu ne kadar yerine getirebilir, bilemiyorum. Olayı kültür-sanat veya eğlence şeklinde algılamayı doğru bulmuyorum. Böyle mübarek bir ayın eğlenceli geçirilebileceğini de düşünmüyorum. Son zamanlarda da bunlar asgari düzeye geldi, minimalize oldu. Sanat ve Ramazan olarak birleştireceksek mesela her gün bir Kur’an sayfası yazarak hem sanat icra edilip hem de bu mübarek ayda Kur’an ile hemhâl olunabilir.
Kıymetli sohbetiniz için çok teşekkür ederiz.