Büyük Selçuklu mimarisinin en eski örneklerinden olan Diyarbakır Ulu Cami, Doğu Anadolu’da bulunan nadide eserlerdendir. Büyük Selçuklu Hükümdarı Melikşah tarafından yaptırılan Diyarbakır Ulu Cami, sadece Selçuklu mimarisinin değil Anadolu’nun da en eski camilerinden olup bir anıt hükmündedir. Hem varılacak yer hem yürünecek yol gibidir. Şehrin kalbinde konumlanması sebebiyle mekânları birbirine bağlayan aynı zamanda mekânlar arası köprü vazifesini gören bir eserdir. Binalarla çevrili avluya girdiğimizde ve bu ihtişamlı yapıyı gördüğümüzde tüm karmaşa dışarıda kalır.
Tarihi çok eskilere dayanır. Hatta Evliya Çelebi Seyahatnâme’sinde; “Birincisi tâ şehrin ortasında eski ibadet yeri ve büyük cami Diyarbakır’ın yüz suyu yani Cami-i Kebir: Hem Rum tarihçileri ve hem uzağı görebilen akıl sahiplerinin tamamı bu eski ibadet yerinin tâ Hazret-i Musa Aleyhisselâm kutlu zamanlarında yapıldığında görüş birliğindedirler.” diye bahseder. Uzun yıllar ibadet edilmesinden ötürü mü yoksa ibadet edenlerin ihlasından dolayı mı bilinmez; huzuru en çok hissettiğiniz yerlerden birisidir. Müslümanlar tarafından 5. Harem-i Şerif (Mukaddes Mabed) olarak kabul görür.
ANITIN ÖYKÜSÜ
Kimi kaynaklara göre kiliseden çevrildiği söylenir fakat bu konu ihtilaflıdır. Şayet dikdörtgen planı hasebiyle söyleniyorsa eski dönem camilerinde benzerlerini görmek mümkündür. Çünkü İslamiyet’te ön saf en değerli yerdir ve bu anlayışla yapılan camilerin ilk safının uzun tutulması istenmektedir. Bir diğer gösterilen sebep ise minarenin dört köşe olması nedeniyle çan kulesine benzetilmesidir. Fakat Anadolu’da 12. yüzyıldan itibaren bu tip örnekler mevcuttur. Diyarbakır Ulu Cami yapı itibariyle transept planlı Şam Emeviye Cami’nin Anadolu’daki yansımasıdır. Bu yüzden kiliseden döndürülme iddiası akla yatmamaktadır.
Tasarımı ve malzeme zenginliği ile dikkat çeken ve kendine hayran bırakan bu mekân birçok seyyahın yazılarında yer almıştır. Nâsır-ı Hüsrev Sefernâme’de bu camiden daha düzgün ve sağlam yapı yapılmayacağını söylemiş, avludaki havuz ile şadırvanı övmüştür. Fransız seyyah Jean Baptiste Tavernier, eskiden kilise olan muhteşem bir cami olduğundan bahsetmiştir. Vital Cuinet, dekorasyon zenginliğinden ve sütunlarından bahsetmektedir. Evliya Çelebi ise Seyahatnâmesi’nde şu şekilde aktarmıştır: “Her devlet elinde bu kale oldukça, bu eski yapı ibadet yerinden başka bir şey olmamıştır. Hâlâ öyle ruhaniyet var ki bir musallî (namaz kılan) iki rekât namaz kılsa kabul olduğuna insanın kalbi tanıklık eder. Sanki Haleb’in Ulu Camii, Şam’ın Ümeyye Camii, Kudüs’ün Mescid-i Aksâ’sı, Mısır’ın Cami-i Ezher’i ve İstanbul’un Büyük Ayasofya’sı gibi duaların kabul olunduğu bir Diyarbakır camiidir.”
MİMARİ HÜVİYETİ
Avluda durup kıbleye döndüğünüz takdirde önünüzde Hanefiler Camii, arkanızda ise Şafiler Camii ve Mesudiye Medresesi kalır. Sağ ve sol cephelerde maksureler yani hükümdarlara ayrılan mekânlar yer alır. Sol taraftaki maksure altındaki kemer, en sık kullanılan ve merkezden ulaşılan giriştir. Bir diğer girişe Şafiler Camii ve Mesudiye Medresesi’nin ortasında kalan holden ulaşılır. Son giriş ise sağ tarafta Zinciriye Medresesi’ne ulaşan bir sokağa çıkar.
Yapı çoğunlukla taş olmakla birlikte çok az tuğla kullanılmıştır. Avluda sekizgen ve sivri piramidal külahlı bir şadırvan, birkaç basamak ile yükseltilen namazgâh ve havuz öğeleri vardır. Bunun dışında en az sekiz asırlık el-Cezeri’nin yaptığı bir güneş saati bulunmaktadır. Yapımında bazalt, kalker, mermer, breş, zenburi gibi malzemeler kullanılan yapı bu bakımında oldukça zengindir.
Meydandaki kemerden girerken sizi çiçekli kûfî hat (yazı) karşılar. Altında ise Selçuklu döneminden kalan, arslan ile boğanın güreşini sahneleyen bir kabartma görürsünüz. Doğu maksuresinin altından geçip avluya doğru ilerlersiniz yüzünüzü arkaya çevirdiğinizde büyüleyici bir cephe görünür. Korint ve kompozit başlıklı mermer sütunları olan bir revaktan geçmişsinizdir. Batı maksuresi de kıyaslanamayacak kadar güzel bir tabloya benzer. Arkad dizisinin üzerinde bezeme kuşağı ve dantel gibi işli sütun gövdelerine tanık olursunuz. Dokuz kemerden oluşan revak her elemanıyla başlı başına bir sanat eseridir.
Yapı bütünü farklı devletlerin parçalarını taşır. Selçuklu’dan Osmanlı’ya, Artuklular’dan Akkoyunlular’a kadar birçok devlet dönemine ait tarihi kitabelerden anlıyoruz ki, herkes kendinden bir iz emanet etmiştir bu nadide esere.