Koruma güdüsü etik değerlerden doğar. Bu kavram aile yaşantısında olgunlaşır. Aile hayatı bozuldukça kişinin değerleri de parçalanır. Bir insanın ahlakı tüm toplumu etkiler. Toplum ahlakı çürürse bu yalnızca insanları değil, yapıları da etkiler.
EMANETİ DEVRALMAK
“İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan; onu fetheden ordu ne güzel ordudur.” Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hadisindeki şerefe nail olmak adına İstanbul’un sur kapıları defalarca zorlanmıştır. Yapılan seferlerde fetih gerçekleşmese bile bu cesaret Eyyüb el-Ensari’nin (Radıyallahu Anh) de içinde olduğu birçok sahabeyi İstanbul’a emanet etmiştir. Fatih Sultan Mehmet’in fethi bize yalnızca şehre değil manevi muhafızlarımıza da kavuşturmuştur. Fetihten sonra şehrin ve halkın ibadetine, canına, malına zarar verilmemesini emrederek “emin” olduğunu göstermiştir.
DEVRİDAİM
Bir eserin tasarımı ve fonksiyonu ne kadar ince düşünülse de yapı, zamanın etkisiyle zarar görmeye başlar. Günümüzde sürdürülebilir malzemeler kullanılarak binaların ömürleri uzatılmaya çalışılıyor. Gelecek nesillerin yaşamı öngörülerek tasarım kararları alınıyor. Osmanlı İmparatorluğu ise bu soruna malzeme ve tasarım açısından değil sistem açısından sürdürülebilir yaklaşmıştır.
Cami, medrese, imaret (aşevi), darüşşifa, sebil, kütüphane gibi gelir kaynağına ihtiyaç duyulan birimler için kurulu bir düzen oluşturmuştur. Yapan kişi bir vakfiye düzenleyerek gelirini bina inşası ve devamı için ayırmıştır. Bina yapılırken onarım ve bakım gibi gelecekteki sorunlar düşünülerek işe başlanmıştır. Yapı ihtiyacının karşılanması için dükkân, hamam, han, taşınmaz mülklerden finansal kaynak sağlanmıştır. Bu sayede kendini döndüren bir sistem oluşmuştur. Üstelik sistem, şehir yapısını da şekillendirmiştir. İnsanın ihtiyaç duyacağı tüm kurumların bulunduğu bir külliye etrafında yaşam başlatılmış ve mahalleler oluşturmuştur.
Günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından korunan ve yönetilen eserlerin yanı sıra el değiştirmiş, özelleştirilmiş veya faaliyet alanını kaybetmiş yapılar da mevcuttur. Özel vakıflar burs vererek veya hastane, okul gibi binalar yaparak halk yararını gözetir. Fakat külliye sisteminden kopuktur ve şehir merkezi kurmak gibi bir işlevi yoktur. Yani bir kültürün oluşturduğu mekanizma, süregelen farklı bir kültür tarafından korunamamıştır.
KAYBOLAN KENT DOKUSU
Yapılan yeni eserler kadar eskiyi ne kadar koruduğumuz da önemlidir. Misal III. Mustafa çok fazla ses getiren ıslahatlar yapmamış olabilir. Fakat bu dönemde şehrin büyük bir kısmını yıkan 1766 tarihli büyük İstanbul depremi yaşanmıştır. Hasar alan yapıların arasında Fatih Camii, Eyüp Sultan Camii, İstanbul surları, Topkapı Sarayı ve nice önemli yapılar vardır. Bunları onaran ve ayağa kaldıran III. Mustafa’dır. O, büyük dedesinin emanet bıraktığı İstanbul’u adeta yeniden ayağa kaldırmıştır.
Peki, biz kültürümüzden gelen eserleri ne kadar koruyabiliyoruz? Örneğin grafiti bir sanat dalı olsa da tuvali binalar değildir. Kullanılan boyalar yapılara oldukça zarar verir. Veya eski binalarda gördüğümüz taşların arasından çıkan otlar. Doğanın zaferi gibi gözükse de aslında eserin zarar görmesine sebep olur. Kendi şahit olduğum başka bir örnekte ise sadaka taşında söndürülen sigaradan bahsedelim. Bir dönemin “Veren el, alan eli bilmez.” kaidesi ile yola çıkılan ve kimseyi mahcup etmemek adına yapılan naif kent ürününün günümüzdeki hali, dönemlerin ahlak ayrışmasına delil gösterilebilir.
- yüzyılda bir yangın gibi başlayıp tüm şehri yavaş yavaş saran betonlaşma ve hızlı kararlar birtakım tarihi yapıları yok etmiştir. Rant adına, korunması gereken yerler imara açılmıştır. Hatta ibadethanelerin bir dönem başka işlevlerle kullanılmış veya satılmış olması da içler acısı bir tablodur. Bu ve bunun gibi birçok eylem, toplum şuurunun zayıflığını gösterir. Sebebi ise ailede atılması gereken fakat atılmayan “bilinç ve emanet” tohumudur.