(Rasim ÖZDENÖREN – Mavera Dergisi, 6. Cilt 65. Sayı, Nisan 1982)
İlk anda çok şaşılası görünebilecek bu söz, bir yazının ortaya konulması, daha doğrusu ortaya konulurken ki süreci hesaba katılırsa, hak verilebilir bir olgu olarak karşılanabilecektir.
Herkese açık açık teşhir edilebilen -nesne- nasıl olur da mahrem sayılabilir diye düşünenler çıkabilir. Oysa bizi ilgilendiren durum, bir yazının teşhir edilmeye başlanmasından önceki zaman parçasıdır. Kaldı ki, kendi payıma kimi zaman bir yazımın benim yanımda okunmasından bile sıkıntı duyduğum zamanlarım olmuştur. Fakat sözünü etmek istediğim durum bu değil. Bir yazı, henüz kalemle kâğıt arasında dururken yazarının mahremiyet alanı içinde yer aldığını anlatmak istiyorum. Yazar düşüncelerinin tümünü geçirmemektedir kâğıda, bir takım zihni sansürler uygulamaktadır; henüz <her şey> vazgeçilebilir olanın alanı içindedir. Zihinde veya kâğıt üzerinde bin bir düzeltmeler yapılmaktadır. Sonunda yazar ancak teşhir edebileceği düşüncelerini geçirmektedir kâğıda.
İşte bu esnada her şey yalnızca yazarın mahremiyetindedir. Bu sürecin çalışmaya başladığı andan itibaren yazar çalışmasına başkalarının tanık olmasını istemez. Durum belki de çok güzel, çok kişisel bir çalışma tarzını ifade etmektedir. Ama gene de, ne dediğimi anlatabilmem için, yanında sekreter çalıştıran yazarların durumunun beni çok şaşırttığını belirteyim. Resmi yazışmalar değil söz konusu olan orada dikte ettirenin kendini teşhir etmesi gibi bir durum görmüyorum. Fakat bir şair şiirini nasıl dikte ettirebilir? Bir romancı bu işi nasıl yapabilir? Anlamadığım nokta bu benim. Bu insanın başkaları önünde ruhen soyunması gibi geliyor bana.
Olayı büyüttüğüm söylenebilir mi? Büyüttüğümü sanmıyorum. Çünkü sadece kişisel bir duruma ortaya koymak istiyorum. Bir mahremiyete başkalarının ortak edilebilmesinin benim için akıl erdirilmesinin son derece güç bir şey olduğunu belirtmek isteğindeyim.
İbda anlarına sekreterlerini ortak edenlerin sayısı belki benim tahminimden de çoktur. Ama gene de burada, insan (sekreter) eşya yerine konulmadıkça bu işin kolay kolay başarılamayacağı kanısındayım. Sekreter, aslında ibdanın canlı bir tanığı olarak değil de, bir kalem, bir yazı makinesi gibi alınmaktadır. Sekreterine şiirini yazdıran bir şairi, romanını yazdıran bir romancıyı hiç görmediğim için bilmiyorum ama merak ediyorum: Çok nadir durumlarda bile olsa acaba sekreterlerinin fikirlerine müracaat ediyorlar mı? Sekreterin, dikte esnasında bazı mekanik ve teknik düzeltme uyarıları dışında, onun fikrini almaya değer buluyorlar mı? Yoksa sekreter bütünüyle bir yazı makinesi gibi susan ve itaat eden bir alet, bir eşya gibi mi? Belki de hiç tecrübem olmadığı için bu iş bana başarılması son kerte güç, hatta farklı bir karakter yapısını gerektiren bir olay gibi görünmektedir.
Sahne oyuncularına, derslerinin daha başlarında rollerini icra ederken karşılarında hiç seyirci yokmuş gibi farz etmelerini öğrettiklerini işitmiştim. Gerçekten de profesyonel oyuncular, oyun esnasında, sahne dışında olup bitenlere hiç bir tepki göstermezler. Bir eğitim, bir alışma meselesi bu. Ama acemi bir oyuncunun, seyircilere doğru nasıl kulak kabarttığı gözlerden kaçmaz. Hele bir oyuncunun gülmemesi gereken bir yerde seyirciyle birlikte gülmesi affedilir hatalardan değildir. Çünkü oyuncudan, oynadığı oyuna seyirci gibi katılması değil, sadece o rolü icra etmesi beklenir. Yoksa diyorum, sekreter çalıştıran, yazılarını, şiirlerini ona dikte eden yazarlar da, kendilerini sekreterlerinin karşısında ‘rollerini icra eden’ artistler gibi mi farz etmektedirler.
