Cumartesi, Temmuz 5, 2025

Birileri Değil Bir Olmalı

Esra Ekin

Paylaş

Bir ezberdir dillerde süregelen ve hatta işin en hüzünlü kısmı, sözüm ona kültürün bir parçası olduğu iddia edilen bir deyim ironisi: Her koyun kendi bacağından asılır!

Ne zamandan bu yana değerlerimiz dediğimiz kültürümüz, insanı yalnız ben-lik olarak tanımlıyor?  Hangi çağın tutukluluğunda tutsak bıraktık bugünümüzü? Bu nasıl bir tiyatro ki her bitişi yeni bir başa sarış?

Ve netice: Antik Çağ hedonizminin 21. yüzyıl gösterimi olarak, Liberalizm ve kavramları!

“Güçlü çağlar, seçkin kültürler, merhamete, ‘komşusunu sevme’ye, benliğin ve benlik duygusunun eksikliğine, horgörülesi bir şey olarak bakarlar.” diyor Putların Alacakaranlığı adlı kitabında Nietzsche. Ve bir asır sonra bir başkaldırı olarak Dawkins, o cümleyi kuruyor: “Dünya üzerinde yalnız biz insanlar, bencil genlerin zorbalığına karşı başkaldırabiliyoruz.”

Öncelikle Nietzsche’nin durduğu yerden bakalım. Dillenişi acı da olsa gerçek, gerçekliğini haykırabilmeli. İnsanoğlunun varlığından bu yana dünya, güçlü toplumların kendi gücünü diğer toplumların zayıflıkları üzerine inşa edişine ve hatta kendi kulelerini yükseltmek için diğer tüm kuleleri yıkışına birçok kez şahitlik etti ve ediyor da. Demiştik ya hâlâ aynı tiyatronun figüranlarıyız. Zaman değişiyor, mekân değişiyor, toplumlar değişiyor fakat bizler yine yeniden: Güçlü olmayı, insanın kendisinden başkasını düşünmeyişiyle eşdeğer gören bir çağdan geçiyoruz. Bencil genlerimiz her tarafı kuşatmış durumda. Öyle bir kuşatma ki vicdan denilen, merhamet denilen duygular; insanı zayıflatan, onu aşağılık bir varlıkmış konumuna getiren birer kara leke damgasında. Rollerimizi o kadar sahici oynuyoruz ki hangi replik tiyatronun bir parçasıydı,  hangisi gerçek bizdik birbirine karışıyor (!) Gerçeklik ve biz.

Şimdi de Dawkins’in dediği yerden bakalım insana; bencilliğin en tipik, en üst seviye örneği olan insan, aynı zamanda -her şeye rağmen- bu genin zorbalığına karşı başkaldırabilecek tek varlık! İnsan, bu gene karşı hem bu kadar zayıfken hem de bir o kadar kuvvetli. Peki ya bize niçin hep zayıflıklar anlatıldı, biz niçin hep bu zayıflıkların kurbanlarına şahit olduk?

Gösteri başladı ve yine insan, gerçekliğini bir kenara bırakıp rolüne odaklandı.

-Bir, iki, üç kayıt!

Evet, bencillik insanoğlunun tabiatının bir parçası, istenmeyen yanı. İnsanı yalnız içgüdüsel olarak değerlendirip diğer tüm varlıklar üzerindeki etkisini, üstünlüğünü bozguna uğratışı. Kontrolü sağlanırken insanın varlıklar içerisindeki en üst derecesi iken kontrolsüzcesi, en aşağısı! Ve sınırları korunmadıkça her daim haddi aşma vaziyeti.

Şimdi sorulması gereken asıl soru şu: Bulunduğumuz mahallede bir yangın çıkmışsa ve tüm evler yanıyor iken yalnız bizim evimiz yanmıyorsa ne düşünürüz? Çok şükür ucuz atlattık, diyerek evi yanan komşularımızın yanında sevinir miyiz ya da onların yanan evinin yanında kendi evimizin yanmayışını bir mahcubiyet olarak görüp komşularımızın üzüntüsüne gerçek birer ortak mı oluruz? Eğer gerçek bir ortaksak kendi kavramlarımızla yaşıyoruz demektir bu hayatı. Fakat sevinen taraftaysak o zaman en büyük kaybın sahibi bizizdir. Yanan asıl ev, bizim evimizdir;  inancımızın, insanlığımızın evidir…

İnsanın tabiatından olan bu yanı, bencilliğini dizginleyebilmesinin adıdır, komşusunu sevmek. Arzularının, isteklerinin kölesi olmaktan çıkıp, iyiye, iyiliğe meylettirilmesidir. Elinde olanın yalnız kendisine ait olmadığının bir bilinç aralığıdır. Bu bilinç, insanı yalnız elindekini komşusu ile bölüşmeye, paylaşmaya götürmez, elindekinin asıl sahibinin, asıl Veren’in kim olduğuna da ulaştırır. “Eğer elimdekilerin asıl sahibi ben değil isem öyleyse onun üzerindeki hakkın sahibi de yalnız ben değilimdir!” penceresi açılır. Ve o zaman yitip giden bir yerlerde bulunmayı bekleyen değerlerin perdesi de aralanmaya başlanır. Bununla birlikte ezberlerimiz, her ne kadar insanın ben-liğinden sıyrılışını, yalnız bir terbiye metodu olarak ele alsa da bizler, içimizdekinin kabulü içerisinde bunun bir varoluş mücadelesi olduğunu bilerek inandığımız yolda yürümeliyiz. Kendimiz için istediğimizi komşumuz için de istemeyi, varlığımızın değerinin diğer varlıklarla münasebeti oranında oluşunun tarifi olarak görmeliyiz. Ve bilmeliyiz ki “İnandığımız gibi yaşamazsak, yaşadığımız gibi inanmaya başlarız.” Çünkü kendi değerlerlerini, anlamlarını oluşturamamış toplumlar, başkalarının kavramlarıyla inşa edilmiş bir dünyada, onların koymuş olduğu kurallar dâhilinde yaşamaya mahkûmdurlar.

İlginizi Çekebilir

İlginizi Çekebilir