Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik… Kim var diye seslenilince sağına ve soluna bakınmadan fert fert “Ben varım!” cevabını verici, her ferdi “Benim olmadığım yerde kimse yoktur!” duygusuna sahip dava ahlâkını parıldatıcı bir gençlik…
Üstadın gençliğe hitabesinde en sevdiğim ve kendime düstur bellediğim bölümdür burası. Ben ki bir genç olarak içimde dağlar taşır, denizler yürütür, volkanlar patlatırım. Heyecanın da en dirisi bendedir, celalin de en yüklüsü bedenimdedir.
Ben dedimse anla ki temsiliyim tüm gençliğin. İçimde bir çocuğun, gençliğe erme hevesi kadar gençlik iştiyakı; bir yetişkinin “Ah yine genç olsam!” dediği kadar gençlik sevdası vardır. Her şeyden öte de bilirim ki bu heyecanımı mekâna ve zamana emanet etmeyip “Mekân ve zaman bana emanettir.” dedikçe her yaşta ve her mekânda en genç ben olacağım.
Genç; Farsça’da “Hazine” anlamına gelir. Hazine; kıymeti ziyadesiyle olandır, ulaşılmak istenendir, en gizli yerlere gömülendir, çıkarılmayı bekleyendir, aranandır, paylaşılamayandır, arzu edilendir, sevilendir. Manamız kadar zatımız da hazinedir bizim. Bir gençlik heyecanı diriltmeliyiz sadrımız da. Sadrımızda dirilsin ki o dirilik, her bir zerremize, hücremize ve dahi azalarımıza ışık hızıyla yayılsın. İçerden gençliğini dirilten evvela ölü gibi duran ruhunu diriltir; ruhunu dirilten de diriltmek için gerekli heyecana vasıl olmuştur.
Çok aramaya, düşünmeye gerek yok. Bir bakalım etrafımıza, hayat hikâyesini okuduklarımıza, şahid olduklarımıza ve olamadıklarımıza. Bir gencin kanat çırpışı kadar toplumun rüzgârını etkileyen kim var? Bir genç kadar ferdiyet ve cemiyet planını çizen, yoğuran, şekillendiren; binleri, on binleri, yüz binleri, milyonları arkasında sürükleyen kim var? Düsturumuz: “Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” sorusunu kendimize sormadığımız tek lahza olmamasıdır.
Yanacağız! Bizim ateşimiz başkalarının karanlığına ışık olacak. Bizim ateşimiz onlara sıçrayacak ve birçok karanlıklar Nur’a gark olacak!
Bir davanın ağır yükünü sırtımızda taşımaktan dolayı uykusuz gecelerimiz olacak! Dökülen gözyaşlarımız, buna şahidlik eden seccadelerimiz olacak. Seccademizde gözyaşımız dipdiri dururken Rabb Teâlâ gözyaşın ile harmanlanan samimi dualarına kayıtsız kalmayacak. Senin dirilişin o iki büklüm olduğun seccadenden başlar iken Allah, sadece kendi huzurunda öyle olduğun için insanlar nazarında seni davası için dimdik duran bir nefer kılacak. Bu davanın sesi benimle, seninle, bizim ile gür bir nida olup kâinata haykırılacak.
Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ki gençlik çağında Hılfu’l Fudul’a üye oldu. Toplumun ihyasını daha genç iken kendine dert bildi. Peygamberliği sonrası Resulullahın etrafında gençler hep çoğunlukta oldu. Erkam b. Ebu’l Erkam, İslâm’ın dirilişi ve ilk tohumlarının atılması için evini açtığında 17-18 yaşlarındaydı. Talha b. Ubeydullah, Mus’ab b. Umeyr, Muaz b. Cebel, Esma b. Ebubekir (Radıyallahu Anh) Müslüman olduklarında tazecik fidanlardı. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Usame b. Zeyd’e gencecik yaşında güvenmiş ve ordu teslim etmişti. Öyle ki Sahabe buna itiraz etmiş, “Daha büyük ve tecrübeli sahabiler varken neden Usame?” diye sormuşlardı. Ama Resulullah, gençlere imkân tanınmasını, onların gelişmesi bakımından çok mühim görüyordu. Gençlere güveniyordu, gençlerden ümitvar idi. Ümit etti, umdu ve umduğunu buldu…
Fatih, İstanbul’un fethi için yola çıktığında 21 yaşındaydı. Kimse onun kadar fethin kendilerine nasip olacağına inanmadı. Yeri geldi, “Geri dönelim!” dediler. “Gemileri karadan yürütüyoruz.” dediğinde “Olacak iş mi?” dediler. Onun 21 yaşına inat, inancı ve heyecanı, Allah’a olan itminanı herkesten fazla idi. Ve bir “Genç”, Peygamberin o kutlu müjdesine mazhar oldu ve bir ordu onun vesilesi ile müjdeden nasibdar oldu.
“Kudüs’ü alana dek gülmeyeceğim.” diyen ve Kudüs’ün fethine kadar siyah sarık takan Selahaddin Eyyubi ne zaman ki Kudüs’ü fethetti; işte o vakit güldü, o zaman beyaz sarığını sardı. İçine Kudüs sevdası ta çocukken nakşolmuştu. Bir vakit bir marangoz minber yaparken Selahaddin çocuk hâliyle “O ne için?” diye sormuştu. Marangoz, “Mescid-i Aksa için.” dedi, “Ben bir marangozum ve benim Kudüs için yapabildiğim budur ve inanıyorum ki bir gün bir yiğit çıkacak, Kudüs’ü fethedecek.” Selahaddin “O kişi acaba kim olacak?” demedi! Sağına ve soluna bakmadı, “O kişi ben olacağım.” dedi. O, yaşça genç değildi Kudüs’ü fethettiğinde, la kin başça gençti. Birçoklarından daha gençti. İşte bugün de Kudüs, Selahaddinlerini bekliyor. Hanımların Selahaddin doğurmasını, beylerin Selahaddinliğe talip olmasını bekliyor. “Baş”ı her daim genç olanları bekliyor.
Her güzelliğin ve nimetin, muhakkak külfeti ve imtihanı olduğu gibi gençlik gülü de tabii olarak dikensiz değildir. Gençlik; nefsanî arzu ve isteklerin, ihtirasların, bazen hedefini sapıtmış öfkelerin, bazen amansızca savruluşların zamanı olabilmektedir. Ama gül, dikenleri ile güldür. Eğer ki dikenlerinin varlığına rağmen fidanın olgunlaşıp aslının ve var oluşunun amacına hizmet ederse işte o vakit dikenlerinin de manası anlaşılır.
Dikenlerine rağmen güllüğünden vazgeçme ey genç! Hedefin dikenlerini arka planda tutup var oluşunun sırrına ermek, gül kokmak, etrafa gül kokuları saçmak olsun. Seni koklayan gül olmak istesin, yanına gelen sana imrensin. Ve sen duruşun ile gıpta edilen ol! İşte böylece her yer, her yaş, her insan gül olsun. Gül koksun…
Ey Gencim! Zaman ve mekân sana emanet. Kâinat ve insan sana emanet. Diriliş ve direniş sana emanet. Sebep ve sonuç sana emanet. Çocuk ve ihtiyar sana emanet. Toprak ve vatan sana emanet. Geçmiş ve gelecek sana emanet. Sen yoksan, kimse yoktur. Sen varsan, umut vardır. Biliyorum sen varsın, ben varım, biz varız ve bu yüzden ümitvarız. Hoşça bak zatına ve emanet ol Rahim olana…